Bursa Festivali Raporu/ Ayşe Hicran Özgür

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Festivale 8’i başka ülkelerden olmak üzere 15 topluluk katılmıştı bu yıl. Ben  bir gün kendi oyunumuz olması ve cumartesi gün ki oyunlara kalamam nedeniyle;  12 oyun izleme ve 1 atölye çalışmasına katılma şansına sahip oldum. Yazık ki BeReZe’nin oyununun  değerlendirme toplantısına da provam olması nedeniyle katılamadım.

Bu yıl çok  sayıda topluluk izleme fırsatı bulduk. Bunlardan  biri, Almanya’dan diğeri Fransa’dan olmak üzere iki Dans Tiyatrosu, bir Ateş Şov  ve Türkiye’den  iki önemli Kukla Tiyatrosu topluluğu vardı.

Birçok oyunda  oluş, doğum, gelişmek, büyümek ve  temas, paylaşım, ilişkiler yoğunluklu işlenen temalardı.

16-25 yaş  arası oyuncu ve dansçı sayısı yoğunlukluydu. Bunu   13 kişilik genç Ukrayna topluluğu ve 8 kişiden oluşan ateşbaz jonglörler olması ve yine canlı heykel performansları ile şehrin birçok yerinde ilgi çekici görüntüler yaratan ANKARA SİNE-İ SANAT ATÖLYESİ’nin genç kitlesi güçlendirdi.

“Gözlemci Katılımcılar”ın bu festivalin ne denli önemli bir yönü olduğunu, gözlemci katılımcı olmaması nedeniyle net bir şekilde anladım. Festivalin bir misyonu, Bursa seyircisiyle nitelikli oyunlar buluşturmak, estetik algıyı geliştirmek vb. Öte yandan  Bursa’ya çağırılan “gözlemci katılımcılar”  aracılığıyla  bir yandan nitelikli tiyatro oyunları izleyerek ve değerlendirerek; çocuk ve gençlik tiyatrosunun farklı alanlarında emek veren üretici ya da eleştirmen her kişi ve onun iletişime geçtiği diğer kanallara yansımaları ile çocuk ve gençlik tiyatrosunun gelişmesine katkıda bulunmak üzere daha geniş bir perspektifte iletişimler kurmak sürecin bize kazandırdıklarından. Değerlendirme toplantılarında, çok yönlü analizler, eleştiriler,  katılımcı tiyatroların sergiledikleri performansların değerlendirilmesi, gelişmesine katkıda bulunması, genel anlamda, katılan tiyatroların gelişmesi açısından önemi büyük.

Bu anlamda gözlemcilerin olmaması; bunun ülke tiyatrosuna ve genelde dünyada çocuk ve gençlik tiyatrosuna katkısı düşünüldüğünde bir kayıp. Değerlendirme toplantıları bir yandan da eleştiri yöntemleri, üretimlerimize farklı bakış açıları ile bakabilmenin  gelişmesi açısından da ikinci bir katmanda değer yaratıyor. Elbette bu yılda değerlendirme toplantıları gerçekleşti. Ancak  birçok topluluğun oyununu oynayıp gitmesi   de gözlemcilerin eksikliğine eklenince bu anlamda değer kaybımızın büyüdüğünü düşünüyorum. Umuyorum  gelecek yıllarda festival; yurt içinden  ve dışından yoğun gözlemci katılımıyla gerçekleşir.

Göze çarpan başka bir belirgin konu ise; değerlendirme toplantılarında katılan gruplardan birçoğunun yaş grubu ve seyirci sayısı konusunda gelecek yıllarda daha hassas  davranılmasını istemesiydi. Tayyare Kültür Merkezi’nin pek güzel bir sahnesi var. Hatta sahnede seyircilere de yer var!  Salon birçok çocuk tiyatrosu yapıcısı için uygun değil. Bence gelecek yıllarda, daha çok sayıda topluluk çağrılsın ve eğer amaç çok sayıda seyirciye ulaşmaksa; festival gün sayısı arttırılsın. Tiyatro salonları dışında da, oyun alanı ve seyir alanı kurulabilecek başka alternatif mekânlar da harekete geçirilsin. Ben bulmadım bunu elbette, iyi ve dünyada birçok yerde süren bir sistem bu. Çok daha efektif olacaktır kesin.

Oyunlar üzerine duygu ve düşüncelerimi  paylaşmaya; ülkenin en  genç ve öncü topluluklarından birinden; zevk, heyecan ve merakla izlediğim bir oyunla başlamak istiyorum; TİYATRO BeReZe’nin “SOĞUK ÇOK SOĞUK” adlı oyunu ile. Tayyare Kültür Merkezi’nde; seyir yerini de sahneye alarak sınırlı seyirci sayısı ile sağlıklı bir seyir ortamı yarattılar. Oyunda çok soğuk havada kendisine işini yapacak yer arayan bir sokak müzisyeni ile bir sokak ressamı, gürültüden uzak ve çok soğuk olmayan bir yer bulurlar, tek kişiliktir bu yer. Var olma çabası, iletişim, çatışma ve buluşmayı gördük. Oyuncular kendileri ile birlikte atmosferi de sahici kılıyorlardı. Nesneyle ilişkilerini bu denli sahici kılan onların temaslarındaki samimilik kadar nesnelerle ilişkide birçok ayrıntı  yaratabilmeleriydi. Karşımızda, samimi ve analitik olarak çalışılmış tutarlı bir iş vardı. Güven vericiydi. Müzik ve ışıkta eylemi destekliyor, bizim öyküyle ilişkimize yön veriyordu. Erkan Uyanıksoy’un yürüyüşü ve Elif Temuçin’in yüzü hala gözümün önünde. Oynamaktan aldıkları zevk yanında, onu katlayan bir şey daha vardı; karakterlerin  canlılığını koruyan, kendisine biçilen yeri değil de işini zevkle yapabileceği bir yer seçen canlı, gerçekten yaşayan varlıklar olarak çatışmadan kendilerinin yani karakterlerin yaşadıkları heyecan da ortadaydı. ”Elif bize klarnet çal” diyerek bitiriyorum. Tekrar izlediğimde mutlu olacağım oyunlardan “Soğuk-Çok Soğuk”.

Oyunun sonunda çok kişinin  burnunu çeke çeke ayrıldığı oyunu, İtalya’dan TİYATRO TELAIO’ nun LOST AND FOUND’unu anlatmalıyım. Öykü şöyle; bir gün bir çocuğun evine bir penguen gelir. Güney kutbundan geldiğini öğrenir. Onu evine götürmek için önce bir plan yapar, sonra bir tekne çakar ve yola düşerler. Görürüz ki penguen  ve çocuk birbirlerini çok severler ve dost olurlar.

Eftal Gülbudak’ın oyunla ilgili değerlendirme toplantısında yaptığı yorumu yazmak istiyorum: “Çocuk tiyatrosuna model olacak bir oyun  izledik. Oyun ihtiyacı dışında bir nesne barındırmıyordu. Oyunda bütün malzemeler büyük bir ustalıkla ve doğru zamanda kullanılıyordu. Seyirciler için büyülü bir atmosfer sunuldu ve bu oyunun  sonuna kadar korundu ve birçok teknik gördük.”

Sahnede siyah, üzerlerine tebeşirle çizilebilen iki pano, panolardan birinde bir kapı vardı küçücük. Minik bir  yükselti ve üzerinde yastık ve… büyük bir kitap vardı; kırmızı ve yaprakları üzerinde duran. Aklımda kalan bazı sahnelerden söz etmek istiyorum. Çocuk yavaş yavaş, adım adım çıktı sahneye ellerini gördük önce, panoya resmini çizdi tebeşirle kendine baktı, çizdi. Kendini tanıdı ve yine resim aracılığıyla seyircide de tanımlandı.  Pengueninse şemsiyesini gördük ve ilk şemsiyeyi gördüğümde her nesnenin kukla olarak ustalıkla oynatıldığında nasıl canlanabildiğini o birkaç saniyede gösterilen ustalık düşündürdü bana. Penguenden önce, dar fondaki küçük kapıdan şemsiye çıktı  ve  tüm alanı bir baş gibi taradı, penguen ardından çıktığında birinci hareket çoktan penguene mal edilmişti. Bu da nesne oyuncu ilişkisi ve bu ilişkinin seyirciye yansımasında örnek bir andı. Penguen de  yine çocuk gibi kendini tahtaya çizerek tanımladı o mekânda ve seyirci de karşılığını buldu resim aracılığıyla da.

Penguenin elindeki şemsiye ile yarattığı oyunlar da anlatılmalı; çocuk öyle kolayca kabul etmedi onu ve her evden kovulduğunda farklı bir şemsiye ile geldi penguen eve ve şemsiyenin içinden, kenarlarından figürler ve başka sürprizler çıkıyordu. Yolculuk başladığında zamanı, mekânı, olanları tanımlarken  şemsiye açıldığında  kenarlarından çıkan figürler önemli oldu; oklar, balıklar, ay vb.

Şemsiyeler Penguen ve çocuk arasındaki ilişkiyi ve penguenin isteklerini de anlattı. Yola çıkmaya hazırlanırken; Penguenin birçok şemsiyesi olduğunu gördük. Tekneye yerleştirilen şemsiyelerin bir türlü bitmeyişi, bitse de clownesk oyunlarla bitirmeyişi, çocuktan ayrılıp gitmek istemediğini gösteriyordu belki de. Sonra o bir sürü şemsiye  buzullar oldu vardıklarında oraya ve böylece mekânı tanımladı.

Kitaptan tekne  ortaya çıkması da  anlatılmalı! Akordeon biçiminde yapılmış ve tekneyi oluşturan parçaları içine saklanmıştı. Sonra  çocuğun yatağı olan yükselti küçük bir plastik ördek önüne ve tekne gerçekten kayarak sahnede ilerledi; sanırım yürüteç gibi bir mekanizma idi.

Değerlendirme toplantısına gelirsek; Michele Beltrami eğlenceli bir başlangıç yaptı şöyle diyerek;  “sizle yaratıcı İngilizce konuşacağız. Çünkü biz iki clown’uz.” Bu oyunun hikâyesi  harika resimleri olan bir kitaptan alınmış. Kitabın adı “Bir çocuk ve bir penguenin hikâyesi” Uluslararası bir okulda çalışıyorlarmış ve bu oyunu yaparken düşündükleri iki ayrı dil konuşan insan nasıl anlaşır? imiş. Uzun ve yoğun dramaturji çalışmaları yapmışlar. Yönetmenleri ayna kullanarak çalışmış ve ayrı dil konuşan insanlar aynı hareketlerle ne demek isterler üzerine çalışmışlar. Oyunun başında öncelikle, kendilerini tek tek tanıma ve tahtada tanımlamalarını ise şöyle tanımladılar  “gerçek hayattaki gibi kendimizi tanımadan başkasını tanıyamayız”. Coşkuları, canlılıkları ve samimiyetleri, benzersiz günlük ritimleriyle değerlendirme ve sonrasında da kalbimizi çaldılar. Kahkahalarla ayrıldık onlardan sabah 6’da yola çıkacaklardı çünkü. Özellikle ortak projelere açık olduklarını da belirttiler. Çocuk tiyatrosu yapan, öğrenmek isteyenler için iyi birer kılavuzlar; peşlerinden gitmek için internette de oldukça materyal var. Hepimiz için, gelmeleri büyük kazanım oldu.

ANATOLE SOKAK OYUNCULARI/CURCUNABAZLAR’IN   Eftal  Gülbudak tarafından gerçekleştirilen  gösterisi  “SEN, BEN,O BİZ,SİZ,ONLAR” da ders niteliğinde çalışmalardan. Benim henüz 3. İzleyişim… Daha önce iki kere de sokakta izlemiştim. Sahnede de başka bir büyüsü vardı. Oyun dans, akrobasi, pandomimi  bazen seyirciyi de oyuna alarak bazen bizi sadece seyirde bırakarak ilerleyen  kendi içinde hikayesi olan sadece tek bir bölümün bulunduğu, heyecan verici  ve sevgi sevgi sevgi dolu bir gösteri. Belki de onu böyle ci kılan  oyuncunun ustalığı, kullanılan tekniklerin çeşitliliğinin ötesinde bu denli sevginin yanında belki de  çok  sevmekten  yok olan  kelebeğin  ölümüyle karşıtların gerilimini ve gerçeklik ve sorgulamayı da sağlaması. Bir sahne; her yerden, her yere akan sevgiyi mayalıyor. İçinde hüzün olmayan bir tane iyi oyun izlememiş olmamı düşündüm. Bir şair dostumun şüphesiz hayatın bir yanı sevgi ise sürekli akan bir kanalının da hüzün olduğunu pek güzel sözlerle anlatışı aklıma geldi.

Eftal Gülbudak için TEATRO TELIO’ dan   teknik ve müzik alanında çalışan Mauro Faccioli güzel şeyler söylerken önceliği iyi bir insan olmasına verdi özellikle. Eftal Gülbudak  değerlendirme toplantısında  koca bir salon çocuğu bu kadar coşturmak cesaretine hayretle ve hayranlıkla bakakalındığı söylendiğinde,  açıklamaya  öncelikle “çocukları çok sevdiğini” söyleyerek başladı. Bir oyunun beğenilmesi vs. için önce seyircinin oyuncuyu sevmesi gerektiği söyledi. Oyunun yaratım süreci ile ilgili soruyu bir oyunculuk öğrencisi sordu Alp Mora. Tek kişilik çalışmaları öncelikle  her şeyiyle kafasında oluşturduğunu, daha sonra  seyirci önünde geliştiğini belirtti. Bu oyun, çocuklar ve içindeki çocuğun ölmesine izin vermeyenler içindi. Oradaki herkes hayranlıkla   bakıyordu. Genç tasarımcı Feyza Tatar, oyun daha başlarken kendisine seyirci olarak değer verildiğini, saygı duyulduğunu hissettiğini, bunun kendisine yaşattığı minnettarlıkla nasıl da kendisinin de aynı sevgi ve saygıyı, değeri verdiğini,  oyunun bittiğine ve oyuncunun gittiğine inanamadığını belirtti, ve sonra cidden geri dönüşü Oyuncunun sahneye ve oyuna destek olanlarla bir daha selam vermesi sevindirmişti onu. “SEN, BEN, O, BİZ, SİZ.ONLAR”. Küçük çocuklar oyun bitince  ağlarlar ya bazen: işte onu  yaşayarak anlamamamızı sağlayan oyundur.

LÜLEBURGAZ UÇAN ELLER KUKLA EVİ “APTAL KURT” adlı kukla oyunu ile katıldı festivale. Çocuklar şen ve biz çocuklar kadar şendik. Çaylak ve aç bir kurt, oyun boyunca  avlamak istediği hayvanlardan pek akılsız olduğundan dersini alır ve sonunda bir köylü öncülüğünde  diğer hayvanlar onu, akıllarını kullanarak avlarlar. Oyunda ilgimi çeken, geleneksel, tekrar eden motiflerle örülü yapısıyla, ninemizden masal dinlemenin ve hayata hazırlanmanın o sıcak, güvenli kollarında hissetmemdi kendimi. Müzikte de Anadolu Motiflerinin  bulunması bu lezzeti güçlendirdi. Kukla oynatımı ve ses kullanımı ustalıklıydı. Sahne tasarımı seyirciyi yormayacak yalın değişimlerle gerçekleşiyordu. Birçok yöntemi kullanışı, farklı dil arayışları ile her zaman genç kalacak bir tiyatro olduğunu gösteriyor UÇAN ELLER KUKLA EVİ.

Hollanda’dan  SESSİZLİK TİYATROSU /DE STİLTE   Tiyatrosu  MADCAP/DELİFİŞEK  adlı dans tiyatrosu  ile katıldı festivale. Jack Timmerman’ın yazıp koreografisini gerçekleştirdiği dans tiyatrosu üç dansçının birlikte olma çabalarını anlatıyor. Oyun sahneye yalnız başına yuvarlanan bir yumurta ile başladı. Sahnede tek başına devinen bir nesne, ne denli etkileyici onu gördüm. Sahne boştu, arkada bir yükselti ve sahne sağında ise   küçük telli tahta kafesler vardı üst üste yığılmış.  Oyun sahnedeki birçok yumurtanın gelişmesi ve bir kuşa dönüşmesi sürecinde; biz seyircilerde doğmak, gelişmek  ve büyümek üzerine  duygu ve düşünceler yaratıyordu. Oyuncular arası ilişkiye bakmak için öncelikle oyunun kısa tanıtımına bakalım ; ”üç dansçı oyundaki yerlerini fethetmek, hayallerini paylaşmak ve arkadaşlıklarını pekiştirmek için sahneye girerler, İlişkileri test edilir. Seçimler yapılır” diyor. İşte bu süreçte bir olmak, iki olmak, üç olamamak ve orada yaşananları  içsel ve dışsal süreçleri gördük. Oyunun çocuklar tarafından dikkatle izlediğini belirtmeliyim.

Değerlendirme toplantısına gelirsek… Yönetmen tiyatro serüveninde  “Gerçek yaşamın oynayarak geliştiğini öğrendik” diyordu. Eğlence ve keşfetmenin öneminden söz etti. Her objenin farklı,  kendinden başka birçok şekilde kullanılabileceğini, herkesin anlamlandırmalarının bambaşka olabildiğini ve  verili sembollerle anlatmanın ve öyle algılanmanın doğru olmadığını belirtirken, özgüllüğü ve öznelliği doğruluyordu. Bir süre önce bir heykeltıraşla tanışmış ve Picasso üzerine performanslar yapmaya başlamış. İneğin parçalarından bir bütünün nasıl oluştuğundan yola çıkarak bazı parçaları farklı biçimlerde kullanıp, farklı bütünlemeler oluşturduklarında o parçalarında değiştiğini görmüşler.

Bu oyunda da yeni ve dönüşen, değişen parça bütün ilişkilerini gözlemledik. Danstaki hareketlerin ise provalar sürecinde oluştuğunu  belirtti. Oyunun ritminin yavaş olduğu üzerine gelen eleştirilere yönelik olarak;  öncelikle çocukların algılaması için, bir çizgili kitabın sayfalarını çevirir gibi düşündüklerini belirttiler. Çocukların baktığı, durduğu, düşündüğü, tekrar baktığı  bir kitabın sayfaları gibi düşünmüşler oyunu. Gerçekten, eylem bazen öylesi yavaşlıyordu ki  bir fotoğraf haline geliyordu. Bu tekniğin  çocukların algı biçimine uygun  olduğunu belirttiler. Böylece durma ve sahneler üzerine düşünme şansları oluyordu. Yavaşlamaya hepimizin ihtiyacı olduğu üzerine konuşuldu ve yönetmen tam zamanınca, şarap tatmayı oynadı bize

Bulgaristan’dan gelen THEATRE GROUP TEMP/TEMP TİYATRO GRUBU  ise ATEŞTEN KANATLAR/WİNGS İN THE FİRE  Poi , contact stick vb. jonglörlük  araçlarıyla gerçekleştirilen bir ateş gösterisiydi. Jonglörler  15-20 yaş arası gençlerdi. Gösterinin yazar ve yönetmeni Georgi Vrabchev oyunun  iyilik ve kötülük üzerine olduğunu  meleğin kanatlarından birinin beyaz diğerinin siyah olmasının da bunu vurguladığını;  dünyada salt iyi ya da kötü olmadığını, içimizde de iyi ve kötünün bulunduğunu anlattıklarını belirtti. Tanıtım yazısında şöyle diyor: ”Bazen mükemmel olmak imkânsız da olsa mükemmellik standartlaştı. Ve toplumumuzda görünüşe odaklanıp her şeyi halledebilirmişiz gibi davranıyoruz. Sanki her şey daima yolundaymış gibi… Acaba özgüven ve kapasite eksikliğimiz dışa vurmak bizi daha güçlü kılmaz mıydı” Nasıl bir bağ anlamadım. Ancak karanlık, ürkütücü bir gösteriydi. O denli ateş içinde ışık yok gibi hissettim. Değişik bir gösteriydi.

Oyunlar üzerine bölümü ANATOLE  SOKAK OYUNCULARI/CURCUNABAZLAR’ın  ÇER-VE-ÇE  adlı açılış oyunu ile bitirmek isterim. Belli bir tema üzerinden ilerleyen tek bir öykü yerine, birçok parçadan oluşuyordu. Bir çerçeve  ve üç oyuncu ile kurulmuştu oyun. Bu çerçeve içinde olmak, kendini göstermek, çerçeveyi paylaşmak, çerçeveyle ya da çerçevede olmaktan mutlu olmak, çerçeveden başka bir nesne olmadığı için onunla birlikte olmanın keyfini çıkarmak, çerçeve ile sınırlarını zorlamak vb. Çerçevede dans, müzik, akrobasi, jonglörlük….Gerçekten yaratıcı ve yıllar içinde gitgide oyuncularını  daha da ustalıklı bir noktaya taşıyacak vefakar bir nesne, bir oyun. Günden güne demlendikçe, oyuncular kendini aştıkça seyir zevki eşi  bulunmaz  oyunlardan biri olacak bir hüner  hikâyesi.

Değerlendirme toplantısında  oyunun oluşma hikâyesini  öğrendik. Aslında başka bir oyun çalışıyorlarmış olmamış vs. ve bir gün  ki herhalde bu süreçte atölye yakınlarında çöpte şu an oyunda kullandıkları büyük çerçeveyi  bulmuşlar. Ve akıllarında tek bir nesne ile bir oyun gerçekleştirmek var imiş.

Açılışta; aslında daha önceki oyunlarda olmadığını öğrendiğimiz, dikdörtgen biçiminde   bir sınır oluşturuldu ve  oyunun diğer çerçevenin bir bütünleyeni oldu. Bundan sonraki izleyişi ve genç oyuncuların geldikleri noktayı heyecanla bekliyor olacağım. Çünkü her biri pırıl pırıl ve yaşama ve oynama sevinci ile dolu; Lalizer Kemaloğlu, Elif Küçükkoyuncu, Ozan Yılmaz…

Hem bize başka ne lazım ki… Çalışmak, çalışmak, çalışmak…

Çalışmalarımızda çok önemli bir alanda atölye çalışmaları bu yıl iki atölye çalışması vardı. Biri Ömer Adıgüzel Tarafından gerçekleştirilen yaratıcı drama atölyesi… Yazık ki katılamadım. Ancak katılan oyuncular heyecanla anlatıyorlardı deneyimlerini. Diğer atölye ise Yönetmen Jack Timmermans  tarafından gerçekleştirilen “VÜCUT İFADESİ” Atölyesi. Bu atölyeye festival katılımcıları yanında Uludağ Üniversitesi’nden oyunculuk öğrencileri de katıldı. Bireysel, ikili ve grup halinde gerçekleştirilen egzersizlerden oluşan atölyede, kendimizi, zamanı, uzamı, onun içindeki hallerimizi keşfettik. Birbirimizle bedensel ilişki kurmanın aracısızlığını, engelsizliğini deneyimledik. Eğlenceli ve verimli bir atölyeydi.

Evet yineleyim; hem bize başka ne lazım ki… Çalışmak,çalışmak, çalışmak…Bursa Uluslar arası Çocuk Ve Gençlik Tiyatroları Festivali’ne emeği geçen herkese, tüm dostlarımıza sevgi ve saygılarımı sunuyorum.

Bu yazı Assitej üyesi ve Tarla Faresi Tiyatrosu üyesi Ayşe Hicran Özgür tarafından Bursa festival raporu olarak Assitej web sayfasından alınmıştır.

Assitej

Paylaş.

Yanıtla