Barış Yıldırım
Numan’ın kurtulduğu, geri kalanımızın yerinde saydığı yurdumun Adana’sına, 19. Altın Koza Film Festivali’ne uğradım. Adanalılar hem çok cömert insanlar hem haşaratla mücadeleye büyük önem veriyorlar; “Bir ev ilaçlatana bir ev bedava” diye promosyon gördüm mesela. Öte yandan, (festivalde En İyi Erkek Oyuncu ödülünü Engin Günaydın’la paylaşan İlyas Salman’ın okuduğu) Ahmed Arif şiiri boşuna “Ünlü mahpushanelerinde Anadolumun / En çok Çukurovalılar mahpustur” demiyor. Bu kentte yasaları çiğnemeden ve hayatını tehlikeye atmadan karşıdan karşıya geçmek bile olanaksız; sonra da suç oranının yüksekliğinden şikayet ederler.
Adana kebaba İzmir söğüş arası verdiğim için az film gördüm. Fatih Akın’ın memlekete vefa borcunu ödediği Cennetteki Çöplük’ünü yazmıştım. Haneke’nin son filmi Aşk’ı ise -umarım- yazacağım.
Bu ikisinin ortasında gördüğüm film, Can Dündar’ın Yeni Türkü’nün siparişi üzerine hazırladığı İlk Türkü: Buğdayın Türküsü belgeseliydi ve daha ziyade bir tanıtım videosu niteliğindeydi. Lakin çocukluğumun Zafer Çarşısı’ndaki mütevazı Ada Müzik’te kapağı neredeyse sararmış halde bulup aldığım bir albümün -uzun süre yasaklı kalmış Yeni Türkü albümü Buğdayın Türküsü’nün- öyküsünü anlattığı için severek izledim.
Sol üstte Yeni Türkü logosunun bulunduğu dekoratif bir çerçevenin sağında grup üyeleri ve dönemi paylaştıkları insanların röportajlarını izlediğimiz, solunda ise onların bahsettikleri şeylerin fotoğraflarını gördüğümüz bir konsept. Konuşan uçak diyorsa uçak, Victor Jara diyorsa Victor Jara resmi görüyoruz. Arkada ise genelde o sıra sözü geçen şarkının ezgileri çalıyor. Gerek görüntü gerek ses kurgusundaki sorunlar ve geçiştirmeler hemen göze çarpıyor; atlayan çerçeveler, temizlenmemiş sesler vs.
Filmde doğru dürüst şarkı dinleyemedik, ama neyse ki Derya Köroğlu, Selim Atakan ve diğer grup üyeleri bir söyleşi ve konser için burada, konser sırasında bu albümün nadir yorumlanan şarkılarına doyarız… diyordum ki, bir belediye görevlisi çıkıp –anlaşıldı ki çatışmalarda ölen asker ve polisler dolayısıyla– konseri iptal etti. Tüm festivali iptal etseydiniz bari, ben gördüm, bir sürü insan sağda solda gülüp eğleniyor, üstelik komedi filmleri de var. Ama herhalde terör maksadına ulaşıp zil takıp oynamasın diye eğlenmenin simgesi olan konserleri iptal etmekle yetindiler.
Yeni Türkü’nün şaşkın bakışları altında onlara terörle mücadele görevini tevdi eden belediye görevlisi seyircinin derhal yükselen tepkisi üzerine geri adım attı ve “Ben biliyorum ki siz bu şarkılarda eğlenmeyeceksiniz, sanatla ruhunuzu doyuracaksınız!” mealinde başarısız bir hamaset hamlesiyle konseri bir saat sonra başlatacağını duyurarak sahneden çekildi. Çoğu insan koltuğundan kalkmadan o bir saati geçirdi, ama bu kez aynı görevli gelip konseri yine iptal etti. Alkışlı protestoyu kendisi de alkış çalarak olgunlukla karşılamaya çalıştıysa da metaneti iki çepikten öteye vefa etmedi. “İptal edildi, o kadar!” deyip allak bullak bir yüzle sahneyi terk etti.
Sonradan diğer konserlerin de iptal edilmesiyle seyircinin olaya yönelik anlayışının “art niyetli” olduğu açığa çıktı. İnsanlar aslında, Yeni Türkü söyleşisi sırasında AKP çok eleştirildiği için konserin iptal edildiğini düşündüler. Anlaşılır bir akıl yürütmeydi, zira tuhaf bir şekilde, söyleşi sırasında Yeni Türkü’den çok Grup Yorum ve Yorum’a yönelik faşist baskılar konuşuldu. Söz alanlardan biri kulak zarı patlatılan, parmakları kırılan Yorum üyelerinden bahsedince Derya Köroğlu olayı hatırlattığı için soru sahibine teşekkür etti ve “Dün Pinochet faşizmi Victor Jara’nın parmaklarını kırıyordu, bugün de bunu yapıyor. Faşizm aynı faşizm. Kınıyoruz yani,” diyerek olayı kınadı. İzleyenler tatmin olmayıp “Sanatçılar ve gazeteciler olarak bir şeyler yapın bu konuda,” diye bastırınca Can Dündar, “Bizi arkadan ittiğiniz için teşekkür ederiz. Ama arkadaşlarımız Silivri’de. Yarın biz de hapse düşersek hiç olmazsa ziyarete gelin,” dedi. Selim Atakan’sa daha umutluydu. “Şimdi sosyal medya var, hiç olmazsa haberler duyulabiliyor” diyordu. Örgütlenmenin gerekliliğini altını çize çize ifade eden Atakan’ın daha sonra örgütlenmekten “sosyal medyada örgütlenmek gerekiyor”u anladığı anlaşıldı.
Bu söyleşi bence Yeni Türkü açısından dikkatle çözümlenmeli. Grup, gerek belgeselde izlediğimiz mülakatlarında gerekse söyleşiler sırasında 80 öncesi yaptıkları müziğe ve verdikleri mücadeleye bıyık altından gülüyordu; ilkine yine ara sıra “O koşullarda yine de iyi iş çıkarmışız” diyerek bir radde şefkat gösteriyorlardı ama kendilerinin de bir ucundan dahil oldukları politik sanat mecrasına “O vakitler bağıra bağıra türkü söylemek modaydı, biz de biraz etkilendik tabii, ama tam da bağırmadık, sanat da yaptık” babında, biraz suyu çıkmış bir istihzayla bakıyorlardı.
Oysa, sevenlerinin bütününü, hatta çoğunu değil ama yine de önemli bir kısmını temsil ettiğini düşünebileceğimiz Adana’daki seyirci onları tam da eksiği fazlasıyla o politik duruşları ve sanatları için değerli buluyordu. Düşünmeliyiz, düşünmeliler: Belki “Biz politikamızı müziğimizle yapıyoruz” söylemi “Sanat politika yapınca güzel” söyleminden daha bile burun kıvrılası, daha bile köhnemiştir.