Barış Yıldırım
Fatih Akın’ın ailesinin geldiği Trabzon-Sürmene’deki Çamburnu beldesindeki bir çöp depolama alanının hikayesi olan Cenetteki Çöplük, 19. Uluslar arası Altın Koza Film Festivali’nin açılış filmi olarak Türkiye prömiyerini yaptı. Filmden önce konuşan yönetmen ilk kez geldiği Adana’da bulunmaktan duyduğu sevinci şöyle açıkladı: “Çünkü Yılmaz Güney’i çok severim.” Ve elbette, alkışlar…
Daha önce Cannes’da yarışma dışı olarak özel gösterimde sunulan filmin bence en ilginç yanı, yönetmenin verdiği rakamla, görüntülerin %70’inin yöredeki bir fotoğraf stüdyosu sahibi olan Bünyamin Seyrekbasan’ca çekilmesiydi. Hemşerisi Akın’a kameraman ve görüntü yönetmeni olarak katkı sunan Seyrekbasan’ın kendisi, kızı ve yeğeni de filmde yer alıyor ve bu üçlü Adana’daki prömiyere katıldı. Profesyonel sanatla halk sanatının üretken bir işbirliğiyle karşı karşıya olduğumuz söylenebilir.
Film üslup ve tema olarak -örneğin- başarılı bir öğrenci projesi olan Akıntıya Karşı’yla benzer bir üslup ve temaya sahip, sanatsal yaratıcılık olarak da bunun çok ötesine geçmiyor. Elbette görüntü kalitesi ve kurguya harcanan zaman kendini hissettiriyor. Ancak haliyle insan çok daha parlak şeyler bekliyor. Bu “şeyler”in ne olduğunu bilmiyorum, ama belgeselin yaratıcılığa diğer bütün türlerden daha çok ihtiyacı olduğunu hissediyorum.
Hikaye tanıdık. Bir yöreye gökten zembille bir çevre felaketi iniyor. Filmin orijinal adını kullanacak olursak, insana Aden Bahçeleri’nde olduğunu hissettirecek kadar güzel bir yer, Karadeniz’e hakim çam ormanlarının adını verdiği Çamburnu bir çöp depolama alanıyla telef ediliyor. Yörenin alameti farikası yağmur düşer düşmez, tesisin çöp suyu arıtma havuzları göçüyor ve milyonlarca çöp suyu derelerle denize boşalıyor. Yöre halkı valiye dert anlatıyor, belediye başkanıyla birlikte başını mahkeme duvarlarına vuruyor, ama -spoiler uyarısı!- başarısız oluyor. Çamburnu, Çöpburnu oluyor.
Fatih Akın bu cennetin çöplüğe dönüş öyküsünü turistik ve apokaliptik çekimleri birbirine ekleyerek anlatmaya çalışıyor. Yani temelde harika bir doğa ve onun üzerinde çalışan insanlarla bir çöp tesisinin iğrenç manzaralarını almaşık olarak izliyoruz. Bir “ne güzelmiş!” diyoruz bir “ne iğrenç!”. Çay toplama, işleme, toprak belleme, yöre festivalleri, ağaçlar arasında gezinti ve gevşek röportajlarla kurulu yapı yine eklektik bir müzikle (yöresel müziklerle Alman besteci Alexander Hacke’nin lalettayin ezgileri) coşkulandırılmaya çalışılıyor.
Film tek tek bütün hukuki girişimlerin halk aleyhine ve şirket lehine sonuçlanmasından sonra bitecek gibi oluyor. Ama jenerik film boyunca gördüğümüz bir teyzenin gülüşüyle kesintiye uğruyor: “Benim o esku gençluğum olayıdı o çöplük oraya girebilir miydu?” diyor kadın. “Ben orayı yakardum, yakardum!”
Filmi buraya kadar duyarsız yöneticilerin ve mahkemelerin masa başı kararlarının mahvettiği bir doğa olarak okumak mümkün. Ama o yöneticiler, mahkemeler “duyarsız” olduklarından mı yoksa sermayenin hizmetinde ve ücretinde olduklarından mı bir halkın hayatını cehenneme çeviriyorlar. Öte yandan halkın hayatı çöplükler, HES’ler olmaksızın cennet mi gerçekten? Mesela köyün erkekleri rahatını bozmadığı için tonlarca çay hasadını sırtından geçiren Karadeniz kadını Aden Bahçeleri’nde mı yaşıyor?
Tüm bu sorulara rağmen, kasıtlı ya da kasıtsız, filmin jeneriğini bölen sözler açık bir mesaj veriyor: Hukuk, devlet falan hikaye, bu düzen onların düzeni ve bir şeyleri “yakmadan” halkın en basit haksızlıklara karşı bile yapabileceği hiçbir şey yok. Ve çöplüklerden, HES’lerden, başka şeylerden önce yakılması gereken bir şey var: Gemiler…