Tiyatroda Eleştiri Tartışmaları Üzerine Bazı Görüşler

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Fırat Güllü

Farklı yayın organlarıyla beraber Mimesis Haber sayfalarından da takip edilebileceği gibi, tiyatro dünyamızın üç önemli ismi bir süredir tiyatroda eleştiri meselesi üzerine çok somut argümanlarla ilerleyen bir tartışma sürecini işletiyorlar. Öncelikle uzun süreden beri belki de ilk kez söz konusu tartışmanın bu denli net durumlar ve örnekler üzerinden yürümesini oldukça önemli bulduğumu belirtmek istiyorum. Böylece çok uzun bir süredir “Türkiye’de tiyatro eleştirisi yok çünkü…” deyip cümlenin devamını somut bir noktaya taşıyamama durumumuz son bulmuş oluyor ve tartışma ucu kimseye değmeyen genel bir havadan kurtulup, yer yer polemik havasında ama kesinlikle somut temeller üzerinde ilerliyor. Mimesis olarak geçtiğimiz dönemde aynı başlık üzerine bir panel düzenlerken amacımız kesinlikle buydu. Mimesis Dergisi’nin önümüzdeki sayılarında bu başlığa daha fazla yer vermeyi amaçlarken de aynı niyetlerden hareket ediyoruz. Bu bağlamda söz konusu tartışmanın yeni katılımlarla genişlemesi ve uzun süredir kemikleşmeye yüz tutmuş bazı alışkanlıklarımızın sorgulanmaya başlaması her şeyden ve herkesten önce tiyatromuz için büyük önem taşıyor.

Bu tartışmaya şu ana kadar aktif biçimde katılan Melih Anık, Üstün Akmen ve Ömer Faruk Kurhan aslında çok farklı eğilimlerle hareket eden üç tiyatro adamı. Tiyatro üzerine yazan çizen herkesin yazılarından büyük oranda bir şeyler öğrendiği ve birçok açıdan kendi başına ekol olmuş isimler. Ama tüm farklılıklarına rağmen bu üç kişinin “tiyatromuzu çok geniş bir perspektiften kavramak” şeklinde özetlenebilecek ortak bir itkiden hareket ettikleri de bir gerçek. Tiyatromuzu okul tiyatrosundan profesyonel alana, amatör festivallerden uluslararası organizasyonlara, internet yayıncılığından basılı periyodik yayıncılığına kadar çok geniş bir yelpazede kavramaya özen gösteren bu üç tiyatro adamının, tiyatromuzda  Muhsin Ertuğrul’la başlayan, Beklan Algan’la devam eden çizginin önemli mirasçıları olduklarını düşünüyor ve bu geniş perspektifli misyonu tiyatromuzun geleceği açısından hayati buluyorum. Ama bunu söylerken amacım bu üç farklı tiyatro insanını aynılaştırmak ya da “uzlaştırmak” değil. Çünkü diğer yandan kendilerine has duruşları olan ve üretimlerinde de bu duruşu açıkça ortaya koymaya özen gösteren bu üç çok farklı kişilikten bahsediyoruz ve bu üç tiyatro adamı pek çok konuda kesinlikle zıt denebilecek görüşlere sahipler. Bu fikir farklılıklarını teatral kamuoyunun önünde tartışmaya açarak pek çok konuda ölü toprağı serpilmiş gibi sessizliğe gömülen teatral tartışma alanlarına ısrarla hayat kazandırmaya çalışmaları ve bunu tabir yerindeyse fair play ruhuna uygun bir biçimde, benim “kamu  yararını gözetmek” olarak adlandırabileceğim bir halet-i ruhiye içinden yapmaları da polemik-söz düellosu-hakaret yönelimleri arasındaki çizgileri kolaylıkla belirsizleştirmeye meyilli teatral camiamız için oldukça öğretici kanaatimce. Tüm bunları bir araya getirince bu tartışmanın genişleyerek ve derinleşerek devam ettirilmesi tümümüzün yararına.

Bu bağlamda ben de konuya ilişkin bazı görüşlerimi paylaşmak niyetindeyim. Öncelikle şunu belirtmek lazım ki tiyatroda eleştiri alanının son yıllarda bu denli eşilip deşilmesinin altında iki önemli etken yatıyor: birincisi, özellikle büyük şehirlerde genç kuşağın başını çektiği yeni bir teatral hareketlenmenin başlaması, yeni grupların ortaya çıkması, tiyatro yapan toplumsal tabanının genişlemesi ve buna bağlı olarak alternatiflerin çoğalması; ikincisi, internet alanının sunduğu olanaklar doğrultusunda izlenim yazısından seyirci görüşüne,  akademik analizden forum tartışmasına kadar envai çeşit teatral içerikli malzemenin kolayca yayınlanır ve ulaşılır hale gelmesi. Bu iki gelişme üst üste binince şu anda üzerine konuşmakta olduğumuza benzer tartışmalar hayati bir önem kazanıyor doğal olarak. Buna, henüz üzerinde pek konuşulmayan ama çeşitli araştırma kuruluşlarından gelen verilere bakılarak önümüzdeki günlerde gündeme gelmesinin kaçınılmaz olacağını düşündüğümüz bir başka boyutu daha ekleyelim: İstatistiki olarak tiyatro seyircisi ortalamalarının son yıllarda artış eğiliminde olması. Bir de önümüzdeki yıllarda şu an tiyatromuzun lokomotifi konumunda olan ödenekli tiyatroların yapılanmasında gerçekleşmesi beklenen muhtemel dönüşümü de dikkate alırsak Türkiye tiyatrosunun önümüzdeki on yıl içerisinde çok farklı bir sosyo-ekonomik formasyon kazanacağı gerçekliğiyle yüzyüze kalırız. Ben kişisel olarak tam da böyle bir geçiş evresinde ortaya çıkan teatral söylem üretme kısırlığının, alttan alta çok çeşitli mikro evrenlerde yaşanan kaotik çok seslilikle de bağlantılı olduğunu, resmin ancak Türkiye tiyatrosunun temel eğilimlerinin belirginleşmeye başlamasıyla daha net ortaya çıkabileceğini düşünenler arasında yer alıyorum. İçinden geçtiğimiz dönemin sancılı ilerleyişi biraz da bu durumdan kaynaklanıyor.

Peki bu perspektiften bakıldığında yukarıda kısaca bahsettiğimiz tartışma nasıl bir yere oturuyor? Melih Anık’ın duruşuyla başlayalım: Kuşkusuz Melih Anık genç jenerasyona, seviyeli bir duruş ve entelektüel emek yan yana geldiğinde yeni internet olanaklarının tiyatro dünyamızı dönüştürmede ne tür roller oynayabileceğinin çok açık bir örneğini sunuyor. Çok farklı bloglar ve yayın organları üzerinden yaydığı tiyatro dünyasının farklı alanlarına dair çeşitlilik içeren görüşleri aracılığıyla tiyatro kamuoyunu ilgilendiren çok geniş bir yelpazenin nasıl takip edilebileceğini hepimize gösterebiliyor. Bu tür model kişiliklerin kendi sınırlarımızı genişletmek açısından hepimize büyük bir ilham kaynağı olduğunu belirtmek lazım. Üstün Akmen öyle ya da böyle yıllardır üretim yapan çok verimli bir eleştirmen olmanın ötesinde her türlü olumsuzluğa rağmen TEB deneyiminin yaşamasına duyduğu inanç nedeniyle yine genç jenerasyona tiyatromuzda eksikliği hissedilen kolektif iradeye ve örgütlenmeye dönük ihtiyacı hatırlatması bağlamında çok önemli bir duruş sergiliyor. Ömer Faruk Kurhan ise yıllardır teatral alanın parçalanmış özneleriymiş gibi görülen uygulama ve kuram alanlarının bütünselliği ve tiyatro yapma ediminin sosyo-politik referansları konusunda hepimizin zihnini açacak makaleler kaleme alıyor. Dolayısıyla son dönemde tiyatrocuların aydın kimliklerinde yaşanan aşınmayı ve toplumsal referansların hızla silikleşmesini gündeme getirerek konunun çok önemli bir başka boyutunun unutulmamasını sağlıyor. Son tartışmalara bu saptamalar ışığında da bakmak gerektiğini düşünüyorum.

Tartışma üzerine kendi somut yaklaşımım üzerine bir şeyler söylemek gerekirse:

  1. Tiyatroda eleştiri yapmak her şeyden önce etik bir duyarlılık işidir. Eleştiriyi, yapılan işi yargılamak ve mahkum etmekten ziyade onu anlamanın bir yolu olarak görüyorsak işin bu yönü çok daha fazla değer kazanıyor. Bu bağlamda yapılan eleştirinin gerek izleyici, gerekse uygulamacılar açısından ele alınabilecek bir değere sahip olması gerekmekte. Diyaloğa açık olmayan, kendi yargılarını ortaya koyup kapılarını kapayan bir metnin daha baştan sorunlu olduğunu kabul etmeliyiz. Kaba bir tanıtım metnini eleştiri olarak sunmak gerek seyirci, gerekse uygulamacı için hakaret olarak görülebileceği gibi gösterilen emeği hiçe sayan aşırı derecede üstten yapılmış bir eleştiri de eleştirmenliğin bir iktidar alanı olarak tanımlanması gibi bir sapmaya işaret ediyor olabilir. Her iki örneğin de tiyatromuza faydası yoktur ve yukarıda adlarını zikrettiğimiz kişilerin de bu konuda hemfikir olduklarını varsaymak yanlış olmayacaktır.
  2. Diğer yandan eleştiri yazıları bir meta-eleştiri tartışmasına konu olacaksa, bunu tartışma süreci boyunca gerek bağlamlar, gerekse eleştirinin yayınlandığı fiziksel ortam gibi temel bileşenleri değerlendirmeden yapmak uygun olmaz. Örneğin Melih Anık’ın bağımsız olmayı tercih ederek kendi bloglarında yayınladığı yazıları, kendisini sınırlı bir çerçeve ve içerik dahilinde ifade etmek zorunda kalan gazete yazarlarının yazılarıyla bir ve eşit görmek mümkün olamaz. Yazılan eleştirilerin amaçları ve yayınlanırken hedef aldıkları kitle ile ilgili bir değerlendirme yapmak ve her eleştiriyi bu kriterler içerisinde ele almak gerekir –bu kriterlerden bazılarına tarafımızdan itiraz da edilse durum değişmez, her eleştiri metni onu üreten kişinin kriterleri ışığında değerlendirilmeli ve tutarlığı bu bağlamda sorgulanmalıdır. Ama bu yazılan her eleştiri metnine karşı eşit mesafede durma zorunluluğu olarak algılanmamalıdır. Bir eleştiri metninin kendi bağlamı içerisinde değerlendirilip tutarlılığının sorgulanması ayrı bir şeydir, üretilen eleştiri paradigmasına yüzde yüz hak vermek ya da onu onaylamak ayrı. Örneğin Melih Anık’ın “bağımsız ve gördüğünü yazan” bir eleştirmen olma kriteri kendi yazılarına uygulandığında bu yazılarda tutarsızlık bulamayız ama bu tavrı eleştirinin amaçları söz konusu olduğunda kendimize çok yakın bulmayabilir, eleştirinin “sanat eserini üreten ve izleyen insanlarla diyalog kurma”nın bir aracı olduğunu düşünerek gerekirse kendi izlenim ve görüşlerimizi de eleştirel süzgeçlerden geçirmeyi de hesaba katan farklı bir anlayışı da savunabiliriz. Eleştiri ortamının çok sesliliğini korumanın, en az etik duyarlılık kadar önemli olduğu görüşündeyim.
  3. Diğer yandan tiyatroda geniş katılımlı bir meta-eleştiri sürecine duyulan bir ihtiyaçtan bahsediyorsak şu an için bu alanın tek adresi olan TEB’in bu konuda öncü olmasını beklemek de çok doğaldır. Şimdiki durumda“şu anki başkanı”nın işin içinde olması TEB’i tartışmanın bir tarafı olarak görmemizi gerektirmez. Elbette ki bir örgütün kamuoyu önünde gerçekleştirmek istemeyeceği kendi iç tartışmaları olabilir ama bir tiyatro örgütünün kendi içindeki çeşitliliği de göz ardı etmeden kamusallaşmış bir tartışmaya katkı sunması onun varlık nedenleri arasında yer almalıdır. Bildiğim kadarıyla TEB, üyelerinin çok çeşitli konularda farklı görüşlere sahip olduğu bir örgüt. Ama bu tartışmada Üstün Akmen dışında hiç kimsenin görüş bildirmemesi oldukça ilginç bir görüntü oluşturdu ve TEB’in kamuoyu nezdinde sergilediği vizyona zarar verdi. Sonuçta bu örgütte tek bir lider ve onun arkasında duran bir teba olmadığına göre kendi varoluş alanıyla ilgili bu tartışmaya katılım anlamında bu kadar gönülsüz görünmesini anlamak da zordur.
  4. Ve son olarak Ömer Faruk Kurhan’ın tartışmanın kazanımlarına yaptığı vurguyu önemsemek gerekir. Bu tür tartışmalar sürekli genişleyen ve kaotikleşen bir alanda daha sağlıklı bir işleyişin vuku bulması için belli mekanizmaların hayata geçmesine hizmet edecektir ve derinleştirilerek sürdürülmesi için katkı sunulmasına ihtiyaç vardır.
Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Fırat Güllü

2 yorum

  1. Ömer F. Kurhan Tarih:

    Araya bazı tartışmalar ve olaylar girdiği için bu yazıyı ayrıca değerlendirme fırsatım olmadı. Fakat bu yazıda dikkatimi çeken bazı noktalara dikkat çekmeden edemeyecğim.
    Mesela Fırat Güllü şöyle demiş:
    Üstün Akman, Melih Anık ve beni kastederek, “bir çok açıdan kendi başına ekol olmuş isimler…”
    Kendisine sormak isterim ekol olmak bu kadar kolay mı ve durum bu mudur?
    Kaldı ki, benim görüşüme göre, örneğin Melih Anık, eleştirmenlik yolunda çabası olan / olmuş bir TC vatandaşı olmakla birlikte, eleştirmenliğini kolaylıkla dedikodu yazarlığına ya da sanal kültürel politik saldırganlığa feda edebilen birisidir.
    Bu anlamda bir “ekolün” üyelerinden birisi olabilir, ama o “ekol” başka bir ekoldür ve genellikle, sınırları iyice belirsiz hale gelen magazin yazını çerçevesinde değerlendirilebilir gibime geliyor.
    Kusura bakılmasın:
    Bu yazıdaki değerlendirmelerin soyut ve spekülatif varsayımların, “budur” gibi sunulması gibi bir eğilimi temsil ettiğini düşünüyorum.
    “Budur” denilen şeyler ya ortak bir akıl ve algının konusu olmayan sübjektif bir kurgunun eseridir ya da benim ortak akıl, algı ve tecrübe geliştirme konusunda ciddi bir zafiyetim var.
    Yanılıyorsam kendisi beni düzeltsin.

  2. Fırat Güllü Tarih:

    Burada “ekol” sözcüğünü yaşça benden büyük ve kişisel olarak üretimlerinden bir şeyler öğrendiğim insanları nitelemek için kullanmıştım. Fikirlerine çok önem verdiğim Ömer F. Kurhan’ın bu yaklaşımı subjektif bulmakta haklı olduğunu zaten zaman da göstermiş oldu. Gerçeklerin benim bu tartışmanın gidişatına yönelik beklentilerimin çok tersine işlediği ortada. Dolayısıyla yazının kurmaya çalıştığı çerçeve de gerçekliğe çarparak dağılmaya mahkum olmuş oldu.

Yanıtla