11. Uluslararası Karadeniz Tiyatro Festivali için bulunduğum Trabzon’da, akşamüstlerinden birinde, İtalya’dan gelen Prometheus Events Tiyatrosu’ndan Silvano Torrieri, Giada Trebeschi’nin yazdığı Danilo Volponi’nin yönettiği bence “Dünya Büyük Bir Tiyatro Sahnesidir” anlamına gelen “Büyük Dünya Tiyatrosu-Il Gran Teatro del Mondo”yu oynadı. Oyun, Commedia dell’Arte türünde bir gösteriydi. Commedia dell’Arte, İtalyanca’dan dilimize çevrildiğinde “oyun zanaatı” olarak tanımlanabileceği gibi, yaklaşık olarak “sanatçıların komedisi” olarak da adlandırılmakta. Şunu açık yüreklilikle söylemeliyim ki Torrieri’nin oyunculuğu kendi doğasını ve özelliklerini gösteren bir oyunculuk değildi. “Commedia Alla Maschera”dan (“Maskeli Komedi”), “Commedia Improvviso”dan (“doğaçlama komedi”) yeterli örnekler yoktu.
Silvano Torrieri’nin gösterisinin gecesinde, Trabzon Devlet Tiyatrosu Müdürü, ayrıca Festivalin Komite Başkanı Fatih Dokgöz’ün davetiyle Torrieri’nin de aralarında bulunduğu festival katılımcılarının bir kısmıyla birlikte, kültür mirası bir kentin binalara boğulduğu Trabzon’da halkın nefes aldığı yerler arasında anılan Değirmendere’deki Forum Alışveriş Merkezi’nin sahil kesiminde, 100. Yıl Balıkçı Barınağı’nda Serdar Poyraz ve Ruhan Hayali’nin yan yana olan “dam”larına gittiğimizde, Torrieri ve Marcus Zohner ile söyleşirken, Commedia dell’Arte’deki oyunların doğaçlama ile oluşturulması ve önceden belirlenen temaya oyunculuk ve doğaçlama yanında güldürü eklenmesi geleneğinden söz ettik. Torrieri, temaları genel anlamda evlilik, cinsellik, aldatma, kurnazlık, yeme-içme, para gibi gündelik konulardan alarak seçmiş olduğunu, Trebeschi’nin oyunu insanın gündelik yaşamından yola çıkarak sahneye uyarladığını, uyarlarken grotesk ve fanteziyi de kullandığını anlattı. Yaşam koşullarında kendi içgüdülerine de yenilerek hatalar yapan insanlardı konu edindiği. Kafa salladım. Konuyu daha fazla dallandırıp budaklandırmadım.
O akşamüstünün akşamında, Japonya’nın Pappa Tarahumara Dans Tiyatrosu’ndan Koreograf Hiroshi Koike’nin yazdığı ve yönettiği “Üç Kız Kardeş” başlıklı gösteriyi izlemiştik. 100. Yıl Balıkçı Barınağı’nda Koike ve Dansçılardan Rei Hashimoto ile İşadamı Ruhan Hayali’nin teknesinin önünde fotoğraf çektirdik ve Koike’nin Çehov’un eserini Japon kırsal yaşamına uyarlaması üzerine söyleştik. Üç dansçı, kadın olmanın zorluklarıyla boğuşan üç kız kardeşin ergenlik, dişilik kimlikleri ve gençler üzerinde oluşan baskılarla ilgili duygularını dans yoluyla canlandırdılar. Çehov’un bize tanıştırdığı üç kız kardeşin zaman içinde değişen sosyal koşullarının birey üzerinde yarattığı farklılıklarını dans diliyle anlattılar. Bu hayli ilginç gösteriyi doğrusu pek beğendim.
İrlanda’nın Fishamble Tiyatrosu, Pat Kinevane’in yazdığı ve oynadığı “Unutulmuş” başlıklı bir oyun ile festivale gelmişti. İrlanda’nın huzurevlerinde yaşayan Flor, Dora, Eucharia ve Gustus adlarındaki dört yaşlı karakterin Kabuki dansıyla anlatılan öyküsü hiç mi hiç ilgimi çekmedi. Kabuki’de kadın rollerinin “onnagata” (kadın taklitçisi) diye adlandırılan bir aktör tarafından oynandığını biliyordum, ama bir İrlanda öyküsünün Pat Kinevane tarafından kimono giyilerek, Japon usul ve adabı içinde, Kabuki dansı figürleriyle oynamasını beğenmedim demiyorum, ama anlamadım, anlamlandıramadım.
Devrisi akşam, Wiesbaden Devlet Tiyatrosu yapımı “Almanya-Türkiye: 0-0”da oyunun yazarı ve yönetmeni Yeşim Özsoy Gülan’ı alkışlamaya koştum. Türk oyuncular ve Wiesbaden Devlet Tiyatrosu’nun Alman oyuncuları farklı varoluşsal durumlar içinde birbirleriyle yüzleşmek durumunda kaldılar. Yeşim Özsoy Gülan gene bir çıbanbaşı yakalamıştı.
1927 doğumlu Amerikalı Yazar Neil Simon’un “Brighton Beach Anıları” başlıklı oyununu Trabzon Devlet Tiyatrosu yapımı olarak dekoru Ali Cem Köroğlu, kostümleri Esra Selah ve ışık tasarımı Nihat Bahar’a ait olarak ve de Burak Sergen’in yönetmenliğinde izledik. İkinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde (1937 yılında), Amerika’da yaşayan Jerome ailesinin sıkıntılarının, kaygılarının, hastalıklarının, aşklarının, birbirleriyle ilişkilerinin ve aile bağlarının, ergenlik dönemindeki bir çocuğun gözünden komik bir dille anlatıldığı oyunun Neil Simon’ın mizah ve gerçeğin harika bir kombinasyonu olduğu savlanır, ama Burak Sergen bu “kombinasyonu” neden üç saate zar zor sığdırabilmiştir, neden bir saatini kırpmamış, kırpmadığı için tekrarlara düşmüştür, ne yalan söyleyeyim anlamam mümkün olamadı. Gary Cooper ve Patricia Neal’in başrollerini oynadığı “The Fountainhead” filmi, Amerika’da 1949 yılında gösterime girdiğine göre, afişinin 1937 yılında Morton kardeşlerin odasında ne işi olduğuna kafam bir türlü basmadı. Sergen’in, Rami Çakır’ı (abartı ötesi) olamazcasına “büyük” oynatmasını bütün iyi niyetime karşın kavramamı hiçbir unsur sağlayamadı. Sesin oyun kişisinin gösterileninden, yani onun kurmaca içerisindeki kimliğinden daha çok bilgi aktardığını bilmez mi Burak Sergen? Bilir elbette, ama o ne bağırış çığırış öyle! O ne kakofoni! Burak Sergen, sesin anlatımbilimsel derinliğinin, cisimliliğinin, kösnüllüğünün ya da müzikalitesinin gücünden hiç mi söz etmedi Rami Çakır’a? O gücün yeri geldiğinde metnin anlamını bile bastırdığını genç oyuncuya anlatmadı mı, anlattı da Çakır mı anlamadı? Nora karakterinin yaşıyla oynamamış olmasının bir gerekçesi var mı, sordum, Kıdemli Dramaturg Sevgi Sanlı bile içinden çıkamadı. Her ne kadar o yıllarda tremolo kollu gitar bulunmadığını, Lloyd Loar adlı bir mühendisin 1934’te gitarda gövdenin değil tellerin titreşiminin önemli olduğunu “keşfedip”, tellerin altına manyetikleri yerleştirerek bugün kullanılan elektrogitarların basit bir örneğini yaptığını biliyorsak da, Burak Sergen’in Barış Turan’a Ibanez marka elektrogitarıyla canlı müzik yaptırmasını “iyi buluş” olarak alkışladık.
Simon’un oyununda, Eugene Morris Jerome’de Genç Oyuncu Rami Çakır umut salgılıyor. Elbette çok kısa süre içinde diyafram kullanmasını ve bağırmasını da öğrenecek, eminim. O zaman, bağırırken sözcükleri daha az yiyecek. Elif Şeker Saka, Blanche Morton’da duru oyunculuğuyla iz bırakıyor. Güçlü bir Yahudi aile reisi kadını olduğunun altı, eserde kalın mı kalın çizilen, ancak bu çizgileri sanırım yönetmen tarafından makaslanmış olan Kate’e Sinem Şahin dengeli oyunuyla can vermekte. Diğer taraftan, Eugene’in genç kuzeni Laurie Morton’da Aslı Artuk Şener, güzel Büyük Kuzen Nora Morton’da Başak Anat Özcan, Ağabey Stanley’de Birkan Görgün, Baba Jack Jerome’de A. İlkay Akdağlı görevlerini “bihakkın” yapmaktalar.
Essen’deki Folkwang Dans Okulu’nda bir araya gelen Kanadalı, İtalyan, Yunanlı ve Kübalı dansçılardan oluşan Samir Akika ve Renegade Dans Tiyatrosu, Samir Akika’nın reji ve koreografisiyle, ana teması günümüzde genç insanlar olarak hayatta kalabilmek olan “Uzatılmış Gençlik Dönemi” başlıklı bir gösteri sundu. Temayı oluşturan yetişkinlikle ilgili beklentiler, kişisel arzular, gelecekle ilgili hayaller ve planların hiçbiri seyirciye geçemedi. Dolayısıyla gösteri, teknik ve estetik anlayıştan, felsefesi hiç belli olmayan, dinamik ve üretkenliği bulunmayan bir gösteri olmaktan da öte geçemedi. Zaten “Breakdance”da, kafanın üzerinde dönerek yapılan “Helikopter Dansı”nda ya da birbirinin bedenine akım vererek kıvrılma yoluyla uygulanan “Electric Boogie”de estetik ne arardı Allah aşkınıza!
Geçen yüzyılın en seçkin oyun yazarlarından Amerikalı Tennessee Williams’ın (1911-1983) en önde gelen eserlerinden “Arzu Tramvayı”nı ise Romanya’nın Tony Bulandra Tiyatrosu yapımı olarak izledik. Tony Bulandra Tiyatrosu’nu, oyunculardan Liviu Cheloiu’yu, Radu Campean’ı, Iulian Ursu’yu 2007-2006 sezonunda Targovişte’de Kemal Başar’ın rejisiyle “Romeo ve Jüliet”ten tanıyordum. Acımasız kayınbiraderi Stanley Kowalski tarafından uçuruma itilen Blanche DuBois’nın duygusallığı ve gittikçe solan umutsuz öyküsü; Williams’ın şiirsel dili; metnin içerdiği şiddetin, merhametin ve dramatik cinselliğin benzersiz stili, Suren Shahverdyan tarafından (dekorsuz/aksesuarsız ve kimi mizansen hatalarına karşın) sahneye pek güzel ve pek etkileyici biçimde aktarılmıştı. Coşkulu, şiirsel, insani ve yürek paralayıcı bir yorum izledik. Başta Stanley Kowalski’de Liviu Chelouiyi ve Blance’da Costina Ciuciulica’yı, ama Stella Kowalski’yi de Antonia Micu’yu da, Teslimatçı’da Iulian Ursu’yu da, Mitch’de George Bonceag’ı da, Eunice’de Maria Nicola’yı da, Steve’de Radu Campean’ı da içtenlikle, coşkuyla alkışladık.
Bu festival gezimde hasbelkader tanıştığım ve hiç duraksamaksızın yeni dostlarım arasına kattığım konuksever Balıkçı Serdar Poyraz, içime mutluluk doldurdu. Serdar Poyraz, Türkiye’nin en kozmopolit yörelerinden olmasına, en zengin sosyal yapısını barındırmasına karşın zaman zaman en bağnaz, en dışlayıcı, en hırçın milliyetçiliğin peşine takılan, futbol takımının şampiyonluğunu silah atarak kutlama ilkelliğinden kurtulamayan, linç girişimlerinde bulunup papaz avına çıkan, Ogün Samast’ın 17 yaşında eline silah tutuşturan, saldırganlaşan Trabzon’da, festivale ilgi gösteren tiyatrosever Trabzonlular ile birlikte umudum oldu. Serdar Poyraz’ın “dam”ında Rei Hashimoto’nun, Pat Kinevane’in, Marcus Zohner’in, Patrizia Barbuiani’nin, Marta Rainer’in, Silvano Torrieri’nin, Hiroshi Koike’nin Fatih Dokgöz yönetiminde(!) “Kolbastı” yapışları; dönüşte gece yarısı çıkılan Boztepe’de Trabzon Devlet Tiyatrosu oyuncularından “dört kol çengi” Uğur Keleş’in konuklara öğrettiği “Beyoğlu’nda Gezersin” şarkısını okutuşu ise festivaldeki en gözde anılar demetimi oluşturdu. İçimdeki “Trabzon ve Trabzonlular” bu kere de sevdamı coşturdu.