Barış Yıldırım
1990’lı yıllar.
Biri bir üniversitede öğretim görevlisi, diğeri Devlet Tiyatroları oyuncusu iki arkadaş otobüs bekliyordu.
İkisinin de hali vakti yerindeydi. Ama gökyüzüne salınan egzoz dumanlarına katkı sunmak istemedikleri için toplu taşımayı tercih ediyorlardı. Ama Belediye onların bu duyarlılığını teşvik ediyor sayılmazdı pek. Otobüsler hep geç kalıyordu, onlar da olması gerekenden çok daha erken çıkıp bu bekleme süresini sohbetle geçirmeyi alışkanlık edinmişti.
O gün otobüs bir türlü gelmek bilmedi. Üniversite hocası, önceki geceyi hakemli bir yabancı dergi için hazırladığı makalenin bütün atıflarını MLA formatına çevirmekle, oyuncu ise adını daha önce hiç duymadığı Portekizli bir yazarın yeni çevrilmiş oyunundaki rolünü ezberlemekle harcamıştı. Bu yüzden ikisinin de grevden haberi yoktu. Sonunda yoldan geçen biri boşuna beklememelerini söyledi ve o gün daha sık geçen taksilerden birini çevirdiler.
“Ne greviymiş bu?” diye sordu Oyuncu taksinin arka koltuğunda. “Bir özelleştirme, taşeronlaştırma muhabbeti dönüyordu ama…” diye cevapladı Hoca; iki gün önce hepsi gözaltına alınan bir grup öğrencinin odasının bulunduğu koridora yamuk astıkları bir afişi hatırlamıştı.
*
İkisi de duyarlı insanlardı. İkisi de “Önce komünistleri aldılar. Ben ses çıkarmadım…” diye başlayan Nazi dönemi papazının öyküsünü biliyordu. Bu öyküyü tüm dünya da biliyordu.
Ama kısa süreli çıkarların flaşı gözleri uzun süre kör edebilir.
Bu yüzden tüm dünyada işçilere karşı başlatılan özelleştirme ve taşeronlaştırma saldırıları ağır fakat kesin adımlarla hayatın her alanını kuşatırken işçi olmayanlar, o an yaşama koşulları tehdit altında bulunmayanlar, dipnot verme kuralları ve üçüncü sınıf varoluş bunalımı repliklerinden başlarını kaldırıp yok oluşlarının metnini yazan eli tutanlara katılmadılar.
Bugün üniversiteler de tiyatrolar da Demokles’in sözleşmeli kılıcı altında. Özel üniversiteler açıldı, devlet üniversiteleri haraçları yükseldikçe yükseldi. Tüm bu süreç boyunca, üniversite hocalarının ezici çoğunluğu, burunlarının dibindeki bu sürece ses çıkarmadıkları gibi her gün bu gidişe dur dedikleri için ders verdikleri sınıfların azalan, hapishanelerin çoğalan nüfusuna olsun, Liechtenstein’da toplanan bir konferans kadar dikkat hasretmediler. Tiyatrocular ise oldu olası zaten “Oyuncunun eylem yeri sahnedir!” gibisinden hikmetlere bayılırdı.
*
Şu sıralar Oyuncu, twitter hesabından #tiyatromadokunma! gibi iletiler paylaşıyor. Hocanın ise gündemi pek o kadar değişmedi. Ara sıra güvencesiz çalıştırılan asistanların masasının üzerine bıraktıkları bildirilere şöyle bir göz ucuyla bakıyor o kadar. Zaten emekliliği iyice yaklaştı.
“Neoliberalizmin küresel düzlemdeki saldırıları” ifadesi kulağa ne kadar klişe gelirse gelsin, bugün, şu anda, bu dünyada, hepimizin yaşadığı şeydir. Sözleşmeli çalışan kağıt üzerinde değilse bile hayat üzerinde sendikasız ve güvencesiz çalışandır. Kapitalizmin kâr oranı, kendisini pazarladığı şatafatın parlaklığıyla ters orantılı olduğundan, dünyadaki bütün zenginlikleri üreten çalışanına daha az, hep daha az verme itkisinden bir an bile vazgeçemez. Bu yüzden de her alanda taşeronlaştırmaya, esnek çalışmaya, sözleşmeli işçiliğe gözü dönmüş bir açlık içindedirler.
*
Tiyatrolar özelleştiriliyor.
Bugün Devlet ya da Şehir Tiyatroları’nın sanatsal düzeyini, repertuar politikasını, halkla ilişkilerini tartışmak ahmaklıktan başka bir şey değildir.
Biliyoruz, ödenekli tiyatrolar hiçbir zaman halktan yana, halk için ve halkın hak ettiği kalitede sanat yapmadı, yapmayacak da. Devlet üniversiteleri de hiçbir zaman halk için bilim üretmedi. Belediyeler kağıt üzerinde kâr amacı gütmeyebilirler, ama belediye başkanlarının mal varlıklarındaki dramatik gelişmelere bir göz atmak belediye hizmetlerinin asıl olarak neyi hedeflediğini anlamaya yeter.
Örnekler çoğaltılabilir. Mesaj açıktır: Nasıl ki halka hizmet etmiyor diye belediye hizmetlerinin yahut üniversite eğitiminin özelleşmesini savunmak beynini ve yüreğini kapitalizme satmışlardan başka hiç kimsenin harcı olamaz, devlet ve şehir tiyatrolarının özelleştirilmesini, sözleşmelileştirilmesini, taşeronlaştırılmasını savunmak da mevcut neoliberal saldırıya rezil bir payanda olmaktan başka bir şey değildir.
Tiyatroların özelleştirilmesi bir sanat tartışması değil, bir sistem tartışmasıdır.
Sokağınızdaki çöpler toplanmıyor diye taşeronlaştırmayı savunmuyorsanız, Beckett oyununu postyapısalcılık öncesi konvansiyonlara fazlaca bağlı kalarak sergiliyor diye tiyatroların özelleştirilmesini savunamazsınız.
Yıllardır şoför koltuğuna oturmamış otobüs şoförünün yahut üç yıldır hiçbir rol oynamamış tiyatro oyuncusunun hangi ay tek hangi ay çift maaş aldığı tartışmasını, onların bütün ömürlerince aldığı maaştan daha fazlasını bir gecede cebine indirmek isteyen kodamanlar, emin olun, büyük bir ilgiyle izliyorlar.
Söz konusu olan boynunuzu kesecek bıçaksa, çeliğinin kalitesini tartışmak yalnızca bilim içgüdüsüne değil ölüm içgüdüsüne de işaret eder.
Sustunuz, sustukça sıra size geldi. Şimdi mümkünse saçmalamayın.
Haber Fabrikası ve Mimesis için birlikte hazırlanmıştır.
2 yorum
Sayın Barış Yıldırım;
Yazınız için kutluyorum. Şüphesiz hepimizin katılacağı çok doğru tespitler içermekte. Ne var ki arada gözden kaçabilecek bir iki yargınız yıllardır “ödenekli” olanla “diğerleri” arasında kemikleşen çok haklı bulmadığım ön yargıları daha da katılaştırmakta.
Kişisel olarak, bir sürü “doğru” cümlenin arasında gözden kaçan bir iki “yanlış” ın daha çok tahribata yol açtığını düşünürüm. Bu nedenledir ki çok kısa görüş bildirmek istedim:
Yazınızda yer alan “..Biliyoruz, ödenekli tiyatrolar hiçbir zaman halktan yana, halk için ve halkın hak ettiği kalitede sanat yapmadı, yapmayacak da..” ifadesi son derece keskin bir yargı ve hangi ölçülerle kime ve neye göre, hangi örnekler ve ölçekle varıldığı belli olmayan bir sonuç. İfadenin başında yer alan “biliyoruz” ile kast edilen sizin dışınızdaki özneler kim, hangi referansa aitler? Doğrusu , bu denli ağır bir yargı için oluşmuş görüş birliğinin çeperini bilmek isterdim.
Ben, söz konusu ödenekli kurumlarda 28 yılını geçirmiş biriyim. Aynı zamanda konvansiyonel sayılabilecek özel tiyatrolarda da, alternatif tanımlı tiyatrolarda ve dahi üniversite tiyatrolarında işler üretmiş biriyim. Bu perspektifle, mensubu olduğum Şehir Tiyatrosu üzerinden, kişisel gözlem ve deneyimlerime dayanarak ileri sürdüğünüz yargıya bir iki itirazımı paylaşmak isterim. Kuşkusuz bu konu çok uzun tartışılması gereken bir içeriğe sahip, umarım önümüzdeki günlerde meseleyi etraflıca masaya yatırabileceğimiz fırsatlarımız olur.
Öncelikle, konu yabancı değil. Ödenekli kurumların mevcut sistemlerinin “sanat”ı gerçekleştirmek için ne denli yetersiz olduğu yıllardır tartışıldı. Sistemin “asalak”lar üretebilecek açıklarının olması, özerkleşememekten kaynaklanan oto sansürün içerik ve biçimde yozlaşmalara yer açabilmesi, mevcut repertuar sisteminin yeni arayışları dışarda bırakması, bilet ücret politikalarının özel tiyatrolarla haksız rekabete yol açması, yönetimsel yozlaşmalar vb. pek çok genel saptama, hem içeride hem dışarıda defalarca dile geldi. Ne var ki tüm bu zorluklara rağmen, belki de sanatın kendi ölçütlerinin bürokratik ölçütlere -en uzak örnekte bile- galip gelmesinden kaynaklı bir sonuçla, kaba tabiriyle “iman gücüyle” de olsa, Şehir Tiyatroları halka nitelikli eserler sunabilmeyi başardı, başaracak da. Google arama motoruna kurumun ismini yazmanız, 98 yıldır çeşitli başyapıtlar üzerinden halkla kurulan ilişkinin gerçek boyutlarını görebilirsiniz. İnternetin keşfinden öncesi için göz atabileceğiniz gazete ve medya arşivleri halkıyla bütünleşmiş bir kurumun efsaneleşmiş, oyuncularının yaşam öyküleriyle ve onların rüzgârları bu güne kadar uzanan yapıtlarının zengin bilgileriyle doludur. Bedia Muvahhit, Vasfi Rıza, Behzat Butak, Zihni Göktay, Suna Pekuysal, Savaş Dinçel ve niceleri gibi…
Şehir Tiyatrosu’ nun yıllık repertuarında 40 ile 60 arasında oyun 10 ayrı sahnede sirküle etmektedir. Şehrin merkezlerinden uçlarına uzanan bu yelpazede ayda 28 seansla -çocuk oyunları, turneler, Açıkhava gösterimleri, festivaller hariç- halkının karşısına çıkmaktadır. Şehir Tiyatrosunun çeşitli ekonomik katmanlardan, yaş guruplarından, kültürel uçlardan, öğrenciler, emekliler, aydınlar, ev hanımları ve daha pek çok farklı referanslardan oluşan seyircisi seans başına yaklaşık 2000 kişidir. Bu ne demektir: Şehir Tiyatrosunda sahnelenebilecek bir oyunun tüm bu birbirinden farklı referansları kucaklamak gibi belki de dünyada eşi benzeri olmayan bir zorunluluğu vardır. Yani sanatçılar bir yandan o sıraları doldurabilmek için halka olabilecek en yakın mesafede durmak zorundayken, diğer yandan beğenisi gelişmiş ve kendisinden öncü yapıtlar bekleyen izleyicisinin arzusu doğrultusunda işler üretmek durumundadır. Sözgelimi, yönettiğim oyunlardan İstanbul Efendisi dört yıldır “kapalı gişe” oynayan bir oyundur. Kağıthane Sahnesi’nin koltuklarını “kapalı gişe” ile tariflemek haftada yaklaşık 5000 kişiye ulaşmanız ve bunu aylarca, yıllarca becerebilmeniz demektir. “Halktan yana, halk için ve halkın hak ettiği kalitede “ olmadan halka rağmen bu işi gerçekleştiremezsiniz.
Kuşkusuz her yapıt söz konusu harmanlamayı doğru kıvamda tutturamayabilir. Hafızamız popülizmin ya da elitizmin tuzaklarından kurtulamamış “halka ulaşamamış” hatta “başarısız” addedebileceğimiz örneklerle dolu ama bu sadece ödenekli kurumlara haiz bir durum mudur? Tüm bunlar sanatla uğraşmanın kaçınılmaz sorunları değil midir?
Kanımca doğru bir yaklaşım düşüncenin sadece olumsuz örnekler üzerinden yürütülmediği , olumlu örneklerin de hesaba katıldığı ve bu tür örneklerin artabilmesi adına mevcut sistemin eksiklerinin saptanması ve çözümlerinin aranması biçiminde olmalıdır.
Saygılarımla…
Engin Alkan
Öncelikle yorumunuz için teşekkür eder ve cevaplamakta geciktiğim için özür dilerim. Mimesis’in editörleri ve okurları, sağolsunlar, yorumunuz hakkında bilgilendirmişti ancak uzun süredir yollarda olduğumdan bir cevap yazamamıştım.
‘“Ödenekli” olanla “diğerleri” arasında kemikleşen önyargılar’dan bahsetmişsiniz haklı olarak. Sanırım yanlış anlaşıldım. “..Biliyoruz, ödenekli tiyatrolar hiçbir zaman halktan yana, halk için ve halkın hak ettiği kalitede sanat yapmadı, yapmayacak da..” derken ödeneksizlerin hep halktan yana, halk için, hak ettiğimiz kalitede sanat yaptığını kastetmedim. Bence ülkemiz tiyatrolarının çoğu, ödenekli olsun olmasın, bu eleştirinin muhatapı. Ancak konumuz ödenekli tiyatrolar olduğu için tiyatromuzun genel halleri üzerine konuşmuyordum.
Yine de, özerkliğinin yasalarla yahut teamüllerle yerleşik hiçbir teminatı olmayan ödenekli tiyatroların, gerçekten halktan yana dolayısıyla egemene karşı sanat yapma şansının arızi kalacağına inanıyorum. Elbette şu ya da bu yönetmen şu ya da bu oyunu benim olumlu gördüğüm çizgide sergileyebilir, mevcut konjonktürde egemen iktidar bu oyunu sineye çekip ses çıkarmaya da bilir, ama mevcut yasal altyapısıyla bunun kurumsallaşmış olduğunu söyleyemeyiz.
Peki o kadar çok “öyle yönetmen” var mı? Sanmıyorum. Sizin oyununuzu izlemedim ne yazık ki, ama Gülayşe Temeltaş’ın yönettiği bir İstanbul Efendisi reji ekibine katılmış, ayrıca müziklerini yapmıştım. Tiyatro tarihi açısından önemi bir yana eğlencelik ve temelde apolitik bir oyun olduğunu sanırım siz de kabul edersiniz (mani yahut reklam bile okusak keşfedebileceğimiz altta yatan politiklik potansiyelden bahsetmiyorum). Biz oyuna bir parça canlılık ve politika getirmek için eklektik Brechtyen şarkılara başvurmuştuk. Sorun şu ya da bu oyun değil de sorun DT ve diğer ödenekli tiyatrolarda gördüğümüz repertuar politikası. Ama, Eren’in deyişiyle “Bütün toplum değişirken, Devlet Tiyatroları [ve diğer ödenekli tiyatroların] endi yağıyla kavrulma, halkı zulüm içinde ezilirken şen müzikal sahneleme, aynı oyunu 2′şer sene arayla orada burada sahneye koyma ve ülkenin aydınları, devrimcileri tutuklanırken görmezden gelme özgürlükleri”ni fazlasıyla kullandıklarını düşünüyorum.
Dediğim gibi siz ya da bazı değerli yönetmenlerimiz halktan yana, halk için, halkın hak ettiği kalitede eserler sahnelemeye çabalamış, belki de gerçekleştirmiş olabilirler, ama ödenekli tiyatrolarda bunların istisna; suya sabuna dokunmayan, uygulana uygulana suyu çıkmış reji trüklerinden ve trafik polisliğinden başka bir şeye başvurmayan iç sıkan oyunların ise kural olduğunu düşünüyorum. Ama tekrarlamam gerekir ki, bu, sistemin saldırısına çanak tutmak gerektiği anlamına gelmez. Özelleştirme saldırısına kayıtsız şartsız karşı durulmalıdır ki yazının meramı zaten buydu.
Selamlarımla.