Nedim Saban
Tiyatrokare’nin 20. yıl projesi, ‘Onca Yoksulluk Varken’in yaratım süreci ağır geçti ve bu süreç, beni hem duygusal, hem düşünsel anlamda çok geliştirdi. Kadrodaki Rüçhan Çalışkur, Gökçer Genç, Halit Karaata gibi tiyatro insanlarıyla beraber üretimin tadını çıkarttık. Tasarımcılarımız Özhan Özdil, Kemal Yiğitcan ve yardımcım Bilge Can Göker sayesinde dünyayı yeni gözlerle sorgulayabildim.
Artık, ufkumun 0.5 santim de olsa genişleyebilmiş olmasının değerini bilmeli, bu oyunun bana kazandırdığı çocuğu hiç kaybetmemeliyim. Onu gerekirse battaniyelere sarmalı, korumalıyım.
İşte bu duygularla, oyun başladığı günden bu yana yaşadıklarımın minik bir analizini, konu olan kişilerinin aracılığıyla paylaşıyorum.
Okan Bayülgen: Bu hafta programına davetliydim. Gecenin geç saatleri bana göre olmadığı için, uzun süredir izleyememiştim çocukluk arkadaşımı. Anılara daldık, ikimiz de gençliğimizi ne denli özlediğimizi itiraf ettik birbirimize. Yaş alıp almamak önemli değil, içimizdeki çocuğun yaşaması önemli. Emile Ajar, bizlere yardım etmek için mi yazmış koca romanı? Okan, TV 8’de mutluluğunun, zekâsının, entelektüel birikiminin doruğunda. Ve son derece samimi! Onunla aynı ortamı paylaşmak, sohbet etmek güzeldi. Tarih şu sözünü kaydetmeli: “Politikacıların sanatçılara ihtiyacı var, çünkü tarihi sanatçılar yazar. Ecevit, Demirel’e şiir yazamazdı herhalde! Siyasetçilerin sanatçılardan korkmaması lazım, çünkü tarihi muhalif de olsalar hep sanatçılar yazar, siyasetçiler değil.”
Kenan Evren: Benim de imzalamaktan onur duyduğum “kaygılıyız” başlıklı bir bildiriden söz etmiştim geçen yazımda. Sanatçılar girişiminde, onlarca isim memleketin gidişatıyla ilgili kaygılarını dillendirdi. İmza atanlar arasında “ulusalcı” diye sınıflandırdığımız isimler çoğunluktaydı. Ben dinci, ulusalcı, solcu gibi “culu”, şimdiki zamanı sevmiyorum. Ancak, geçen haftaki yazımda da belirttiğim gibi Tarık Akan, Levent Kırca, Müjdat Gezen, Ferhan Şensoy gibi isimlerin dünya görüşünün ‘darbe yandaşlığı’na indirgenmesini son derece yüzeysel ve tiksindirici buluyorum. Hepimiz darbelerin en çok bu ustaları balyozla yaraladığını biliyoruz. Bugünlerde, kendilerini “liberal” diye adlandıranların ise bir eli yağda, öbür elleri balda. Kenan Evren ressam olarak, “kaygılıyız” diyenlere çoktan çizik attı. Artık olsa olsa, onu sözüm ona yargılayanların, düzenle barışık çiçekli böcekli resimlerini çizmek için ilham kaynağı arayışındadır..
Mustafa Erdoğan: Cihangir’de bir mekânda karşılaştık. Kapıya biriken magazinciler, Gülben’i soracaklar belli. Ona kameralar karşısında Pozantı cezaevinde tacize uğrayan TMK mağduru çocuklardan söz etmesini salık verdim. Mustafa, Pozantı’yı duyup, Cihangir sokaklarına kaçışan magazincilerin ardından rahat bir nefes aldıktan sonra, arabasına binip yeni diyarlara gitti. Geriye sadece Pozantı haberini yapan gazetecilerin gözaltında olup olmadığı ve Tabipler Odası’nın cezaevini ziyaret etmelerine izin verilip verilmediğiyle ilgili sorularım kaldı.
Yasemin’in Penceresi: Bu hafta katıldığım programda Yasemin, haftanın en önemli olayının Arda ile Sinem aşkının bitmesi olduğunu söyledi. Ben de ona Leyla Tekül, Rüstem Batum, Cem Özer, Nedim Saban’ın filan neden hâlâ televizyonda olmadıkları halde, Yasemin’in penceresinin açık durduğunu sordum. Bana, televizyonculuk başarısının sırrını vermesini istedim. Sorunun cevabı bir önceki sorunun cevabında gizli! Arda ile Sinem’in aşkını haftanın en önemli gelişmesi sayar, Pozantı’yı görmezden gelirsen, televizyoncu olarak art arda başarı öykülerine imza atman hiç şaşırtıcı olmaz!
Medyafaresi: Yazar olarak ailenin içinde bulunmaktan büyük keyif aldığım haber portalı 9 yaşına bastı. Gecenin coşkusunu, sağlık sorunlarım nedeniyle paylaşamadım. Öte yandan Nihat Doğan’a, Müjdat Hoca ile ilgili saygısızlık yapma şansı verilmesi, Fare ödüllerinin farelere değil de, bazı düzen yandaşı baykuşlara verilmesi beni rahatsız etti. Eleştiriye açık olduklarını bildiğim için, hoşgörülerine sığınarak, 10. yılda ödülleri gerçek farelere vermelerini, internet medyasında sansürün gündemde olduğu bugünlerde, en azından şimdilik, daha dik durmalarını bekliyorum. Aileden sayıldığım için, sanırım bu eleştirimi dikkate alacaklardır.
Türkiye’de aydınlar, sanatçılar, gazeteciler önemli bir sınav veriyorlar şu anda… Sınavın ilk sorusu, Arda ile Sinem, ikinci sorusu Mustafa ile Gülben olsa da, hiç sorulmayanlara yanıt vermek uzun süredir bu kadar önemli olmamıştı!
Robert Kolej’deki haşarı öğrencilik yıllarımda fizik, matematik derslerini ‘Savaş ve Barış’ı okuyarak geçirirdim. Hocalarım bunu görmezden gelir, ben de onların “boşver, nasılsa ikmale kalacak, üstüne gitmeyelim” diye düşündüklerini sanırdım. Oysa, bugün Tolstoy’ların, Turgenyev’lerin, Dostoyevski’lerin, matematikçilerin çözemedikleri problemleri de çözdüklerini anladım. Bunu öğrenmek beni gençleştirdi, hayatın incelen dallarına biraz daha sıkı tutunmamı sağladı.
Umarım, yaşadığım sürece, sorulmayan sorulara cevap verebilecek kadar genç kalabilirim.