Mimesis Söyleşi / Fırat Güllü’nün; Metin Göksel, İlker Yasin Keskin, Duygu Dalyanoğlu, Cüneyt Yalaz ve Uluç Esen’le 9 Şubat 2012 tarihinde Tiyatro Boğaziçi’nin yeni prodüksiyonu Eleni’den Mektuplar üzerine yaptığı söyleşiyi yayınlıyoruz.
Öncelikle oyunun yazılış serüveni ile başlayalım isterseniz. Tiyatro Boğaziçi’nde kökleri geçmişe dayanan bir özgün metin üretme geleneği olduğunu biliyoruz. Bu anlamda çok farklı prodüksiyonlarda farklı farklı yöntemler devreye girmişti. Zaman Zaman sahne ağırlıklı, zaman zaman masabaşı ağırlıklı süreçler önplana çıkmıştı. Bu oyun gündeme geldiğinde nasıl bir süreç söz konusu oldu?
Metin Göksel: Öneri Sevilay Saral tarafından Tiyatro Boğaziçi’ne sunuldu. İlk geldiği haliyle kimlik değiştirmek zorunda kalmış bir Rum kadının hikayesini anlatacak bir öykü düşünülmüştü. Ben sürece dahil olduğumda ortada oldukça ayrıntılı bir sinopsis vardı. Hatta bu haliyle, “acaba bu gerçek bir yaşam öyküsü mü” diye düşündürecek bir biyografi çalışması yapılmıştı. Oyunun kahramanı Eleni ve ailesinin yaşamının, oyunda ele alınan kesitte yer alan ya da yer almayan tüm ayrıntılarını içeren bir ön hazırlık çalışması söz konsuydu. Tabii o biyografinin bu haliyle sahnelenmesi mümkün değildi. Sevilay bu arka planı kullanarak hikayeyi oyunlaştırmaya başladı. Bu aşamada iki şey aynı anda gerçekleşti: Bir yandan kadro oyunu bu veriler doğrultusunda yeniden ele alıp işlerken diğer yandan sık sık bu arka plana geri dönüldü ve Eleni’nin yaşam öyküsünün hangi parçalarının kullanılabileceği üzerine tartışıldı. Bu anlamda yazar kadronun fikirlerine oldukça açık bir tutum sergiledi ve sinopsis sık sık değişti. Bu değişiklikler doğrultusunda yazar yazdığı sahneleri tekrar gruba sundu. Bu aşamada projenin başlangıçtaki halinden epeyce farklılaştığını belirtmek lazım. Örneğin başta oyunun üç ana karakter üzerine kurulu olması düşünülüyordu (Feride, Adnan ve Diyojen) ama çalışmalar ilerledikçe Eleni’nin hayaletinin de oyuna eklenebileceği düşünüldü. Bu öneri yazara iletildi ve sahne üzerinde bir deneme yapıldı. Bunun üzerine yazar bu figürü oyunun içine eklemenin yollarını araştırdı. Ama yine de şunu ortaya koymak lazım, sonuçta metnin oluşumunda yine de yazar ağırlıklı bir süreç işledi.
Oyunun ilk sergilemeleri ile ilerleyen aşamaları arasında fark edilen bir şey var: Başlangıçta oyuncular taslaklar oluşturarak ilerliyorlardı ama son oyunlara doğru karakterler daha oturmuş gibiydi ve metnin hakkını vererek oynamaya başlamışlardı. Acaba oyunun çıkış sürecinde oyuncular daha çok metnin oluşumuna mı odaklanmışlardı? Karakterleri kurarken aynı zamanda derinleştirmek zor mu oldu?
Metin Göksel: Şöyle demek daha doğru: Sonuçta Tiyatro Boğaziçi prodüksiyonlarını çıkardıktan sonra da işlemeye devam eder. Oyun seyirciyle karşılaştıktan sonra gelen reaksiyonlar ve bizim kendi gözlemlerimiz, özellikle ilk çıktığı dönemde oyunu sürekli yeniden ve yeniden ele almamıza yol açtı. Aslına bakılırsa oyun aradan bir buçuk ay geçtikten sonra şimdi belli bir aşamaya ulaşmış durumda. Son hali denmemez ama bir süre için bu haliyle devam etmekte ve oturtmakta fayda görüyoruz.
Oyunda Pelin Batu’da yer alıyor. Konuk bir oyuncunun gruba katılımı nasıl gündeme geldi?
Metin Göksel: Daha önce bahsettiğimiz gibi hayalet figürü oyuna sonradan eklendi. Bu figür eklendikten sonra kim tarafından oynanabileceği konuşuldu ve Pelin’in adı gündeme geldi. Daha önce kendisiyle Kardeş Türküler konserlerinde birlikte çalışılmıştı ve belli bir ilişki söz konusuydu. Böylece oyuncu sayısı dört kişiye yükselmiş oldu.
Oyun bu sezon kaç kez sergilendi? Genel olarak tepkiler nasıldı? Önümüzdeki döneme dair neler düşünülüyor?
Metin Göksel: Oyun üç aylık bir süre zarfında toplam 13 kez sergilendi. Tepkiler seyirciden seyirciye değişiyordu doğal olarak. Özellikle bu tür hikayelere aşina olan, bunları yaşamış ya da birilerinden dinlemiş kişilerde genelde dramatik bir algılama öne çıkıyor. Ama oyunun tümüyle bu dramatik etkiye sırtını yasladığını söylemek doğru olmaz. Tam tersine metnin talep ettiği ve bizim de tercih ettiğimiz üslup dramatik olanla mizahi olan arasında gidip gelen bir üslup. Açıkçası seyircide katartik bir etki yaratma gibi bir amacımız yok.
Oyun yapısal olarak da buna çok izin vermiyor zaten. Örneğin Eleni’nin mektupları kızına ulaşıyor ama onun ne yapacağını bilmiyoruz. Aslında mektupların öyküsü bitmiyor, hatta belki de yeni başlıyor.
Metin Göksel: Kısacası öykü dramatik olabilir ama sahneleme de daha dengeli bir tercih söz konusu oldu. Bu bağlamda ilişkiye geçtiğimiz seyircilerden de genelde olumlu değerlendirmeler aldık. Aslına bakılrısa provalar sırasında yönetmenin en önemli görevi farklı seyircilerin gözünden oyuna bakmaya çalışmaktır. Mimesis’in eski sayılarından birisinde yayınladığımız bir makalede Barba’nın kullandığı bir metafordan hareket edersek aslında yönetmenin kafasında “dört seyirci” vardır. Bu seyircilerin hepsinin oyundan çıkarken aynı tepkiyi vermesini bekleyemezsiniz. Ama bu herkesi memnun etmek gibi bir derdiniz olduğu anlamına gelmez. Hatta bazı seyircileri rahatsız etmek kumpanyanın çok daha arzuladığı bir şey de olabilir.
İsterseniz artık oyunun analizine geçelim. Oyun Türkiye’de son yüz yıldır egemen olan, toplum mühendisliği yapmaya çalışan asimlasyoncu anlayışın bir birey, Edibe olmuş Eleni üzerinden eleştirisini yapmayı amaçlıyor. Daha çok da toplum olarak tarihsizleştirilmekten, kimliksizleştirilmekten, yeni kurulmuş bir ulus devletin standartlaştırıcı tavrından kaynaklanan mutsuzluğumuzu, tatminsizliğimizi, aidiyet duygusu geliştirmekte zorlanışımızı konu ediniyor. Yani bir anlamda oyunun asıl ilgi alanının geçmişten çok bugün olduğunu savunmak doğru olur mu?
Duygu Dalyanoğlu: Aslında çok da yanlış olmaz. Sonuçta yazar ve biz oyuncular 6-7 Eylül’de İstanbul’da neler yaşandığını anlatan belgesel bir oyun yapmaktansa, kuşak olarak bize daha yakın olabilecek iki kişinin, Eleni’nin çocukları Feride ve Adnan’ın hikayesini anlatmayı tercih ettik.
Metin Göksel: Sonuçta tarihimizde insanların kimlikleri nedeniyle yaşadıkları travmatik olgular var. Ama biz bu oyunda yaşanan bu olaylara dair büyük laflar etmeyi hiç düşünmedik. Yaşanması kuvvetle muhtemel bir bireysel öykü anlatmayı ve seyirciyi bu öyküyle başbaşa bırakmayı tercih ettik. Bu arada şundan da bahsetmek lazım: Kültürel çoğulculuk temalı çalışmalar yürütmek BGST açısından çok yeni bir şey değil. Bizim sanatsal paradigmamızın temel bileşenlerinden birisi de bu çalışmalar. Uzun bir süredir Tiyatro Boğaziçi içerisinde yürütülen bu çalışmalar ve her yıl düzenlenen Kültürel Çoğulcu Tiyatro Günleri bizim açımızdan oldukça besleyici oldu. Oyun üzerine çalışırken bu birikimden de oldukça faydalandık. Örneğin geçtiğimiz yıllarda Özel Zoğrafyon Rum Lisesi öğrencilerinin sergildeği bir Aziz Nesin oyunu izlemiştik, ardından da okul müdürü Yani Bey okulun ve cemaatin koşulları konusunda bizi bilgilendirmişti. O insanların anlattıklarını dinlerseniz onlarca, yüzlerce hikaye ile haşır neşir olursunuz.
Uluç Esen: Yakın zamanda Getronagan Ermeni Lisesi’nde yürütülmekte olan bir çalışmaya destek olmak üzere bir toplantıya katıldım. Okulun mezunlarından olan bir edebiyatçının, Levon Zaven Sürmeliyan’ın anılacağı bir etkinlik için bir gösteri hazırlanmaya çalışılıyor. Ben de Sürmeliyan’ın çoğunlukla 1905-1920 yılları arasında kaleme alınmış bazı metinlerini okuma fırsatı elde ettim. Çoğunlukla yazarın kişisel anılarından yola çıkılarak yazılmış bu metinler oldukça zengin bir insani malzeme içeriyor. Ama orada anlatılan hikayelerin öylesine trajik bir arka planı var ki bazılarının Ermeni cemmati içerisinde dahi açıkça gündeme alınması gerçekten zor. Çok ağır ve taşınması güç bir yük var o anlatılarda. Oyunu izleyen bazı kişiler Feride karakterinin annesinin anılarını tarihin derinliklerine gömmek istemesine eleştirel yaklaştıklarını söylediler ama toplumun genelini düşündüğümüzde hakim eğilimin hala bu yönde olduğunu görürüz. Geçmişte bu ülkede yaşananlarla hesaplaşma olgunluğu ve cesareti hala çok yakın bir ihtimal gibi görünmüyor. Örnek vermek gerekirse bazı kitaplar yayınlanamıyor Türkiye’de. Devlet sansüründen değil, yayıncılar kendileri cesaret edemiyorlar. Müthiş bir oto sansür mekanizması işliyor. Türkiye’nin bunu konuşacak aşamada olmadığı iddia ediliyor ve bu çok güçlü bir argüman.
Metin Göksel: Uluç’un söylediklerini destekleyecek bir örnek vermek istiyorum. Maya Sahnesi’nde başka bir oyunun başlamasını bekleyen bir izleyici bizim oyunun program dergisini inceliyordu. Bizim özellikle Türkiye’nin bir süredir kendini yeniden keşfettiği ile ilgili saptamamıza çok farklı bir tepki verdi bu hanım. Sonuçta bu kişi buraya gelip oyun izleyen birisi. Ama o kesim tarafından bile insanların kimliklerini savunmaya dönük eylemleri büyük bir tepkiyle karşılaşabiliyor. Dolayısıyla oyunun çok mütevazi olmakla beraber bu türden bir seyirciye meydan okuduğu da doğru.
İlginç bir durum var aslında: Örneğin bu grubun içerisinde, yazar dahil, gayrımüslim olan yok. Ermeni ya da Rum cemaatinden gelen insanların oyundan çok daha duygusal izlenimlerle ayrıldıklarını da söylemiştiniz daha önce. Ama enterasan olan şu ki bu kişilerle çok yakın arkadaş bile olsanız bu konuları konuşmanız çok zordur. Çoğunlukla hiç konuşmamayı tercih ederler. Türkiyeli gayrımüslimler dışarıdan bakıldığında geçmişte olanları unutmaya çalışıyormuş gibi görünüyorlar, belki de öyle davranmaları gerektiğini düşünüyorlar. Oysa diasporada yaşayanlar tam tersine kendi kimliklerini bu geçmişi hatırlamak üzerinden kuruyorlar. Türklerin bu konuları konuşmaya başlaması acaba farklı kesimler için bir normalleşme şansı doğurabilir mi?
Metin Göksel: Bence doğuramaz. Daha doğrusu şu anki görünüş bunu düşünmemize yol açacak kadar olumlu değil. Örneğin çeşitli araştırmalar açıkça ortaya koyuyor ki hala pek çok insan Ermeni ya da Rum bir komşusu olmasını istemiyor. Bu ciddi bir çoğunluk gibi görünüyor. Çok geniş bir kesimde geçmişte yürütülen toplum mühendisliği girişimleriyle bir hesaplaşmaya girme isteği gözlemlenmiyor. Hatta bunları meşru görmeme eğilimi söz konusu.
Yani çok fazla değişen bir şey olmadığını mı düşünüyorsunuz?
Metin Göksel: Tabii ki bunu kastetmiyorum. Yıllardır verilen mücadeleler var. Örneğin Kürtlerin verdiği mücadele Türkiye’de pek çok şeyi değiştirdi. Geçmişin tabularının üzerine giden bir kesim söz konusu. Ama toplumun genelini düşünürsek aşılması gereken çok fazla sorun var. Çok ciddi travmalar yaşanmış ve tüm kesimler için bunlarla hesaplaşmak malesef o kadar da kolay değil. Ama diğer yandan artık ciddi olarak azınlık durumunda kalmış cemaatler var. Örneğin İstanbul Rumlarının sayısı artık bin küsur olarak ifade ediliyor. Bu insanların sorunlarını gündeme taşımak da aciliyet içeriyor ve bu süreci zamana bırakalım deme şansı bırakmıyor. Tabii bunları söylerken “ah o eski günler, ne güzel dostlarımız vardı” türünden nostaljik yaklaşımlara da eleştirel yaklaştığımızı belirteyim. Onun yerine bugün o insanlarla dayanışma içerisinde olmak önemli.
Tekrar oyuna dönersek, oyunun asıl kahramanı Eleni kimdir? Eleni midir, Edibe midir?
Metin Göksel: Oyunda da açıkça söylendiği gibi hem Eleni, hem de Edibe’dir. Sonuçta bu kimlikler doğuştan gelen ve genlerimize kazınmış şeyler değiller. Çok kolaylıkla kaymalar yaşayabilirler. Önemli olan şu: Seçtiğimiz kimlik bize dayatılmış mıdır, yoksa bizim tercihimiz midir? Eleni’nin Edibe olması onun özgür seçimiyle gerçekleşmiş değil. Öykü’nün trajik yanı buradan geliyor. Ama hayatının bir bölümünü de Edibe olarak yaşamıştır, bunu da reddetmez. En doğal haliyle karışmıştır bu kimlikler.
Bu arada arka planda öyküsü en az Eleni’ninki kadar önemli olan bir başka karakter daha var: Diyojen. Eleni’nin mektuplarının çocuklarına ulaşması onun sayesinde oluyor. Diğer bir deyişle Diyojen olmasa bu devir teslim de gerçekleşemeyecek. Bu bağlamda belki biraz da Diyojen üzerine konuşulabilir.
Cüneyt Yalaz: Diyojen, Eleni’nin hikayesinin taşıyıcısı. Zaten bazı bölümlerde birden anlatıcıya dönüşüp sahnede hikaye anlatmaya başlar. Hatta ilk başlarda, henüz Eleni’nin hayaletinin sahneye girmesine karar vermediğimiz dönemde, mektupları Diyojen’in okuması düşünülüyordu. Ama Eleni’nin okuması daha doğru bir tercih oldu. Tarihi bir kişilik olarak Diyojen toplumsal bağlarından kopmuş, elinde feneriyle insanı arayan marjinal bir kişilik. Bizim Diyojenimiz de mevcut toplumsal yapıdan uzaklaşarak adaya yerleşmeyi tercih etmiştir. Aslında bu yaşamı seçmeden önce meslek sahibi saygıdeğer bir doktordur. İstese kolaylıkla sisteme dahil olabilecek, prestijli bir konum elde edebilecek birisi olmasına rağmen ilkeleri gereği bunu reddeder.
Uluç Esen: Aslında kendi sahip olduğu bilgiyi açığa vurması mümkün değildir. Az önce konuştuğumuz mesele. Bu konuların toplum tarafından bastırıldığının farkındadır. Bu nedenle toplumdan uzaklaşmayı seçmiştir. Ada bu kaçışı simgeliyor denebilir.
Karakterler sırları mektuplardan öğreniyorlar ve sonra adadan kasabaya dönüyorlar. Feride ve Adnan için asıl hikaye orada başlıyor belki de. Adada öğrenilen sırrı kasabada ifşa edebilecekler midir?
Metin Göksel: Burası oyunda açık bırakılmıştır. Yaşanan deneyim sonrası tüm karakterler dönüşüm geçirmiştir. Feride öğrendiklerini bastırmayı, Adnan ise duyduklarını duymazlıktan gelmeyi tercih ediyor gibi görünüyor. Ama hayatının bundan sonraki bölümünde bu karakterlerin tavırlarının nasıl olacağı oyunda gösterilmez. Burası seyirciye bırakılmıştır.
Eleni ve Diyojen’in hikayeleri tamamlanır ama diğer iki karakterin hikayesi yeni başlar.
Cüneyt Yalaz: Aslında seyircinin hikayesi de burada başlar. Çünkü mektuplar okundukça ve seyirciler Adnan ve Feride ile birlikte Eleni’nin hikayesini öğrendikçe birer sırdaş durumuna gelirler. Feride ve Adnan geleceğe dönük seçimleri konusunda bir belirsizlik havası yaratacak bir biçimde sahneyi terk ederler, oyunun sonunda seyirci salonu de aynı biçimde terk edecektir.
Uluç Esen: Oyunun optimistik yönü bu türden hikayelerin anlatılmasının dönüştürücü bir etkisi olduğunu vurgulamasından kaynaklanır. Ama şu an için pesimistik duran yönü henüz hiç kimsenin, hatta Eleni’nin çocuklarının bile bununla hesaplaşmaya hazır olmadığı yolundaki iddiasıdır.
Ermeni cemaati içerisinde hakim olan iki anlayış var: Bir kesim özellikle geçen yüzyılın başından beri yaşanan katliam, tehcir, soykırımların kurbanlarının artık yok olduklarını, dolayısıyla onların hikayelerini anlatmanın çok da bir şeyi değiştirmeyeceğini iddia ediyor. Diğer bir kesim ise bunların çok değerli bir malzeme ortaya çıkardığını ve kesinlikle kamusallaştırılmaları gerektiğini savunuyor.
Metin Göksel: Bu projeyi çıkarırken yararlandığımız kaynaklardan birisi olan Samim Akgönül’ün Türkiye’de Rumlar adlı kitabında da vurgulanan bir noktaya dikkat çekmek istiyorum: Orada da söylendiği gibi kimlik mücadelelerinin yükselmesiyle birlikte geçmişte Türkiye’de yaşamış ve kimlikleri nedeniyle dışlanmış grupların birden ilgi nesnesi haline gelmeleri söz konusu oldu. Bunu “moda bir davranış” olmaktan çıkarmak önem taşıyor. Bu yaklaşımların samimiyeti bugün devletlerin hala süren ayıklama politikalarına karşı çıkılıp çıkılmadığına bakılarak ölçülmelidir. Devlette mutlaka değişen şeyler var ama farklı kültürlerin Osmanlı’da olduğu gibi hiyerarşik bir biçimde algılanması sorunu devam ediyor. Bununla mücadele edilmelidir. Yoksa bu nostaljik bir hayıflanmadan ibaret kalır. Diğer yandan cin şişeden çıktı artık. Çok geniş kesimler hala bu konuda direniş gösteriyor gibi görünse de beli bir kesim geçmişin tabu konuları üzerine tartışmaya, konuşmaya başladı. Sonuçta her şeyin eskisi gibi devam ettiğini iddia etmek de zor. Önemli olan bu konuda kararlı bir duruş sergilemek ve çalışmaya devam etmek. Bu oyun da bu konudaki mütevazi bir çaba olarak görülmeli.
Son olarak yeni projeler hakkında da bilgi verir misiniz?
İlker Yasin Keskin: Yeni projemiz Mayıs ayında başlayacak İKSV Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali için hazırladığımız bir oyun. Geniş bir BGST’li grubun, sadece tiyatrocuların değil dansçı ve müzisyenlerin de katılımıyla çalışılıyor. Metni kendimiz yazıyoruz. Oyun Türkiye’nin çeşitli kesimlerinden insanların hikayelerinden yola çıkarak ülkenin son yıllarda yaşadığı dönüşümü anlatmayı amaçlıyor. Kemalist anlayışın yavaş yavaş egemenliğini kaybetmesi ve onun yerini aşamalı olarak yeni bir muhafazakar ideolojinin ve onun yeni zengin temsilcilerinin almasını anlatmaya çalışıyoruz. Bunun dışında Maya’da gösterimi süren diğer oyunlarımız da ve bu arada tabii ki Eleni de gösterimlerini sürdürecek.