Ömer F. Kurhan
Öncelikle yazılarımı düzenli izleyen okurlara – ki sayısının çok olduğunu sanmıyorum 🙂 bir açıklama borçluyum. Zaman zaman yazılarıma ara vermek zorunda kalıyorum. Bu genelde sağlık sorunları nedeniyle oluyor. Bu açıklamayı bir kez yapmış olayım. Eğer başka bir gerekçe belirtilmemiş ise, bu böyle kabul edilsin ve yazılarıma ara verdiğimde yeniden belirtmem gerekmesin.
***
Son olarak Barış İçin Sanat Girişimi’ne içerden bakmak ve üzerine yazmak istediğimi belirtmiştim. Kaldığım yerden devam etmek istiyorum. Çok değerli ve sanat camiası adına da insani bir ihtiyaç olduğu açık bu oluşuma daha katkı sunmak için bir toplantısına katıldığımda gündeme gelen önemli bir mesele, bu tip oluşumların ihtiyaç duyduğu aktivist sayısının düşük seyretmesi olmuştu. Türkiye’deki kapsamlı bir politik programla hareket etmeyen, özel bir konuya yoğunlaşan sivil girişimleri ve kurumsal yapıları az çok tanıyanlar için bu şaşırtıcı bir manzara değildir. Bu yaygın bir görünümdür ve her alanda karşınıza çıkar.
Niçin böyle olduğu ve sık sık yakınma konusu olduğu tarihsel bir olgu olarak ele alınmalı kuşkusuz. Fakat bu tip durumlarda dönemsel olarak ve pratikte çözümün basit olduğunu belirtmekte fayda var: Bir işin aktivisti ya da militanı olarak bir araya gelen insan grubunun asgari örgütsel altyapı kurma becerilerini geliştirmeleri ve başarı kaydetmeleri. Bu konuda meydana gelen aksamalar ve yetersizlikler, geniş bir destek bulmasına rağmen o oluşumun varlığını tehdit edebilir, hatta saygınlığını zedeleyebilir. Dolayısıyla “Ben bu işin aktivistiyim” diyen insanların sorunu, düzenli olarak parlak çıkışlar yapmaktan önce asgari altyapı ve iletişim sorunlarının üstesinden gelebilmesidir. Bundan ötesi, küçük bir insan grubunun yapabileceklerini aşar ve genel olarak katılım göstermesi beklenen insanların sorunu haline gelir. Yakınarak değil, dönemin şartlarına uygun davranarak iş görmek önemlidir.
Barış İçin Sanat Girişimi’nin yapısına bakıldığında, asgari altyapı kurma eksikliği belirgin bir şekilde göze çarpıyor. Dönemsel olarak bu değerli çalışmaya gönül vermiş kişilerin ısrarı ve onları destekleyen bazı çevrelerin katkısıyla zaman zaman çeşitli çıkışlar yapıyor. Uzunca bir süredir ilişki kuramadığım için Girişim’in özellikle mali ve iletişim altyapısının kurulması adına adımlar atılabildi mi bilmiyorum. Fakat bu ciddi bir eksiklik olarak göze çarpıyordu.
Katılmış olduğum toplantıda gündeme gelen ikinci mesele, faaliyetin özgül konusu ile ilgiliydi. Bilindiği gibi Girişim esas olarak Türkiye’de otuz yılı aşkın bir süredir devam eden ve on binlerce insanın hayatına mal olan iç savaşın nasıl sona erdirilebileceğine yoğunlaşmış durumda. Ayrıca, başta Türkiye’nin yakın coğrafyası olmak üzere dünyada olan bitenlere dönük canlı bir ilginin örgütlenmesi de Girişim’in asli faaliyet alanı olarak tanımlanmalı mı? Bu sorunun yanıtının hem evet hem hayır olduğunu belirtmek gerekiyor. Bir Girişim özel bir misyonla ortaya çıktığında o misyonunda ısrar etmeli, misyonuyla ilgili ama daha kapsamlı faaliyetler için farklı örgütsel yapılara ihtiyaç duyulduğu fark edilmelidir. Girişim bu tip yapıların oluşumuna katkı sunabilir ya da olanakları ölçüsünde destekleyebilir. Dolayısıyla Türkiye’deki iç savaş gündemi sıcaklığını koruduğu sürece, sanat camiası adına ortaya çıkan Barış İçin Sanat Girişimi’nin misyonu da hayati önemini koruyacaktır.
Tartışılan ve oldukça kritik denilebilecek üçüncü mesele Girişim’in zaman zaman tarafgir bir görünüm sergilemesiyle ilgiliydi. Toplumsal barışın inşası önünde engel oluşturan devlet ve hükümet uygulamalarını eleştirir ve protesto ederken, savaşın diğer muhatabının yaptığı yanlışlar karşısında şaşkınlık ve hayal kırıklığı yaşamak Girişim’in barış eksenli bakış açısının zedelenmesine yol açabiliyor. Bu sorunun üstesinden gelmenin yolu ilkesel olarak basittir: Savaşan taraflarla eleştirel mesafeyi korumak. Kürt halkını düzenli olarak isyan psikolojisi içinde tutan ve demokratikleşme sözünü tutmayan devlet ve hükümet tavrı, savaşan tüm tarafların barış eksenli bakış açısıyla sorgulanmasına engel olmamalı.
Kritik bulduğum ve tartışılan dördüncü mesele barış adına sanatsal aktivite geliştirmek ile sanatçı ya da aydın duruşunun ifadesi arasındaki ayrım yapılırken, birincisinin asıl tercih noktası haline getirilmesinin doğru olup olmadığıydı. Bu noktada Barış İçin Sanat Girişimi’nin yaptığı ayrım doğru olmakla birlikte, her iki yaklaşımı da kapsaması gerektiğini düşünenlerdenim. Sanatçıların sanatsal aktivite düzeyinde toplumsal barışa katkı sunmaları kadar yaşadıkları toplumun üyeleri olarak barışta ısrarlı olduklarını vurgulayan örgütlü çıkışlar yapmaları da önemlidir.
“Vatandaşını katleden devlet” anlayışını pekiştiren Uludere katliamı ya da adalet adına resmi yargı sisteminin iflasını belgeleyen Hrant Dink davasının sonucu, Türkiye’de barışın hayati bir toplumsal ihtiyaç olduğunu gösteren son çarpıcı gelişmeler oldu. Bunlar ne ilkti ne de son olmaya aday. Tepkisel bir şekilde ya da daha kötüsü kanıksayarak olayların peşinden sürüklenmeyip tarihsel gidişatın yönünü değiştirmek adına Barış İçin Sanat Girişimi gibi yapıların önemi azalmayıp artmakta. Fakat sabır, inat ve bu tip yapıların hakkını vermeyi bilmek gerekiyor.
Entelektüellerin genel tavrına ilişkin “umutsuzluk” tavır olarak yanlıştır ve tarihsel gerçekçi yaklaşıma uygun düşmez. Nihayetinde entelektüeller de toplumsal sınıf çıkarlarına bağımlı davranırlar. Sık sık didişmecilik içeren rekabetçi ve dağıtıcı orta sınıf tavrı ve asıl önemlisi seçkin yönetici yapılara bağımlılık, ister istemez barışa dönük arzu ekonomisinin gidişatını da belirlemektedir. Fakat bu hiçbir zaman sosyal ve etik haklılık olgusunu boşa çıkarabilecek güce erişemez; aklı başında her insan bunun farkındadır. Bu nedenle toplum yanlış bilgilendirme ve çarpık akıl yürütmelerle yönlendirilmek istenir. Entelektüel sorumluluk en fazla bu noktada devreye girmek zorunda; başarılı olabilir, çünkü dayandığı temel her zaman çok sağlamdır.