Savaş Aykılıç
Eskiden (gençliğimizde; bundan yirmi-otuz yıl önce) olsa “-Türkiye nereeeee, Hindistan nere?” derdik… Ancak çok zenginlerimiz turistik amaçla, kendini arayan bazı hippi ve gezgin fakir çocuklar da sırt çantaları ile oraya giderlerdi, duyardık…
Himalayaları, Tibet’i gezmek, Hinduizmi, Budizmi yakından görmek, Nirvana’ya çıkmak… İlk gençlik hayallerimizdendi… Savaşacak kadar cesur olmadığımdan olacak (!) ben Stalin’den vb.’den daha çok Gandi’yi sevmiştim o yıllarda…
Sonunda dualarım kabul oldu ki kendimi Hindistan’da, başkent Yeni Delhi’de buldum… Gerçeği söylemek gerekirse İstanbul Devlet Tiyatrosu yapımı, Kenan Işık’ın, Sophokles’in yazdığı ve Hasan Ali Yücel’in çevirdiği aynı adlı eserinden esinlenerek çağdaş bir yorumla uyarladığı “Antigone” oyunu Hindistan’a beş günlük (02.01.2012/05.01.2012 arası) bir turne yaptı… (Hindistan’ın en önemli Uluslararası Tiyatro Festivali’; “14.th Annual Theatre Festivali”ne…)
THY ile yaptığımız altı saatlik bir uçuştan sonra Yeni Delhi Havaalanına indik… Burada, pasaport kontrol bölümünde dev tepsiler içindeki her birinde farklı parmakların açılıp kapandığı ve Sanskritçe harfler (ya da tamga’lar) olduğunu sandığım ona yakın bilekten kesilmiş el heykeli karşıladı bizi…
Şaşkınlığımız henüz geçmemişti ki; bizimkiyle kıyaslandığında çok yavaş işleyen pasaport kontrolleri ve diğer işlemlerden sonra, havaalanı çıkış kapısındaki araçları ve insanları görünce bir an kendimizi Güneydoğu’da ya da Ortadoğu’da gibi hissettik; öyle bir kalabalık, çok renklilik, çok seslilik…
Üç gün boyunca konaklayacağımız Samrat Hotel’e vardığımızda sabah olmak üzereydi… Herkesin (48 kişilik kafilemiz) otele yerleşmesi sabahı buldu. Ben odama çıkıp da güneşin doğuşunu izlerken çevremizdeki her yerin sisler içinde bir ormanın ortasında olduğumuzu fark ettim… Bir an kendimi İskender filmindeki Hindistan Seferindeki o olağanüstü ve büyülü ormanın içinde hissettim…
Ama gün iyice ağarıp da sisler dağılınca bütün hayallerim yıkıldı ve benim hayal dünyamda yaşattığım egzotik, eksantrik ve ezoterik Hindistan yerine karşıma çıka çıka Ankara’daki ağaçlar arasındaki başbakanlık binası ile elçilik malikanelerinin –palmiyelerle süslü- Hindistan versiyonu çıkmasın mı?
Geniş caddeler bizdekinin tersine yolun sağından akan bir trafik, sağ tarafında oturan şoförlerin sürdüğü araçlar, modernlerinin yanı sıra tek tük İngiltere’de 1950’li yıllarda kullanılan arabalar, Çin’deki çekçeklerin motorlusu; üç tekerlekli, motosiklete benzeyen, eskiden bizim ülkemizde içinde tüplerin taşındığı pikap taksiler…
(Bizlerin sadece hayvanat bahçelerinde ve kafes içinde, çocukluğumuzda da yine zincirler içinde Çingenelerin elinde gördüğümüz)- yollarda özgürce ve oranın sahibi imiş gibi kibirle yürüyen maymunlar… Ağaçlarda cıvıl cıvıl sesler çıkaran sincaplar…
Festivalin yapıldığı Ulusal Drama (Tiyatro) Okulu, aşağı yukarı bizim Fındıklı’daki Mimar Sinan Üniversitesi kadar geniş bir alanda pek çok tek katlı binadan oluşuyor. Oyunumuzu oynayacağımız 350 kişilik tiyatro da bu okulun tam ortasında yer alıyor… Festival afişlerinde büyük çoğunluğu Hint oyunlarının, Batı oyunları uyarlamalarının yanı sıra tanıdık olarak Grotowsky’nin afişlerine rastlıyoruz…
Festival Komitesinin Sanat Teknik Müdürü ve birim şefleri ile yapılan bir tanışma toplantısından sonra hızla işe koyuluyoruz… İlk iş oyunumuzun dekorunu getiremediğimiz için, oyun konseptine en uygun ve en pratik soyut bir dekor oluşturmak… Dekoratörümüz Elena ve Kenan Işık depodan koronun yer alacağı bir iskele ve oyunda kullanılmak üzere ona yakın arkalığı resim çerçevesi gibi boş olan sandalye ve iki de döner koltuk seçiyorlar…
Birinci gün dekor, ışık, ses-efekt, oyunun İngilizce çevirisinin mültivizyon senkronizasyon provası ile geçiyor. Akşam Türk Büyükelçiliğinde şerefimize verilen kokteyle katılıyoruz… Türk yemeklerini özlemişiz…
Konsolosumuz burada yaptığı hoş geldiniz konuşmasında Hindistan’ın bir devlet, bir imparatorluk değil 1 milyarlık nüfusu ve ülke büyüklüğü ile bir kıta olduğunun altını çiziyor… Genel Müdürümüz Sayın Lemi Bilgin de yaptığı teşekkür konuşmasında, burada bulunmaktan duyduğumuz mutluluğu belirtiyor, elçiliğimize göstermiş olduğu yakınlık için teşekkür ediyor, ülkeleri ve insanları yakınlaştıran kaynaştıran sanatın ve tiyatronun gücünü vurguluyor… (Gerçekten de hemen her zaman kültür-sanat ve tiyatronun açtığı kapıdan zamanla turizm, ticaret, ithalat-ihracat, ekonomik ortaklıklar ve işbirlikleri vb. uluslararası anlaşmaların yolu açılmıyor mu …) ??
İkinci gün prova ve akşam 20.30’da oyun… Salonun ortasındaki koridor boyunca yerde ve balkonda merdivenlerde oturanlar ile ayakta oturan yaklaşık yüz elli kişi ile 350 koltuk kapasiteli salon yaklaşık beş yüz kişi ile tıklım tıklım doluyor…
Oyun boyunca -kokteylde tanıştığımız bir avuç görevli ve işadamı ve onların aileleri dışında- hemen hepsi Hintli olan seyirciler oyunu büyük bir dikkatle izliyor, çeviriyi kaçırmamaya çalışıyorlar… (DT.GM. Dış İlişkiler Sorumlusu –ki aynı zamanda kadrolu sanatçı/oyuncumuz olan-Sayın Sukun Işıtan da, yalnızca bütün oyunun İngilizce çevirisini yapmakla kalmıyor; mültivizyondan sahnedeki duvara eşzamanlı /senkronize yansıtılan çevirinin yapıldığı bilgisayarı da bizzat kendi kullanarak hepimize titizlik ve mükemmellik dersi veriyor…)
“AH NE ACI NE ACI BİR SON / KENDİ BAŞINI YEDİ KREON/BİR ZAMANLAR EN TEPEDEYDİ/ŞİMDİYSE EN AŞAĞIDA TUTMAZ OLDU DİZLERİ”… (Not: Aklımda kalan sözler birebir aynı olmayabilir ama anlam buydu…)
Oyunun sonunda tanrılara ve tanrı yasalarına karşı gurur ve kibir yapan Kreon’un en tepeden en aşağı düşüşü (“Men dakka dukka; ‘eden bulur’) Doğu’nun ve Batı’nın sadece tanrılarını değil; insanlarını da evrensel “ilahi adalet”te buluşturuyor ve “bir-tek”leştiriyor… İstanbul’dan gelen bir oyun İstanbul gibi koca Doğu’yu ve Batı’yı boğaz köprüleri gibi kucaklıyor ve her iki ülke insanlarını sanatın ve tiyatronun birleştiriciliğinde (uzakları ve uzaklıkları) yakınlaştırıyor…
“BÖYLEDİR İŞTE İNSANOĞLU FIRSATINI BULDU MU ŞİŞER KİBİRİ VE GURURU /UNUTURLAR TANRILARIN BUYRUĞUNU”
Sayın Kenan Işık bir oya gibi ince ince, ilmek ilmek işlediği oyunun hem yazımında hem de rejisinde son zamanlarda gördüğüm en usta işi başarmış görünüyor. (Bu başka ve daha ayrıntılı bir yazı konusu… Buna ayrıca müstakil bir yazı ayıracağım ama kısaca değinmemenin bir haksızlık olacağını düşündüm…)
Oyunda nice nice kıssadan hisseler, ibretlik dersler, zamanın ruhuna seslenen nice uyarılar var… Mağrur olmasın günümüz Kreonları, zira onlardan büyük Tanrı(sal yasalar) var… Kan üzerinden ceset üzerinden iktidara gelmesinler zira bugünün yarını da var… Her Firavun’un bir Musa’sı, her Kreon’un bir Antigonesi var…
Batılı oryantalistlerin ülkemiz için besledikleri (harem-fes-osmanlı vb.) fantezileri gibi benim de (kutsal inek-kobra yılanı oynatan, iple gökyüzüne tırmanan, meditasyonla oturduğu yerden göğe yükselen, çivili yatakta yatan hint fakiri vb.) ham hayallerim gerçekleşmese de; tiyatronun o insanı düşünsel zevklerin doruğu olan evrensel insanlık anlam ve değerleri ile “bigbang”lerin en büyüğü ve katharsislerin en yücesi olan arınmanın en kutsalına; Nirvana’ya (Tiyatromuzun “Işık”larına; “Nur Yolu”na) ulaşarak aydınlanıyorum…
Ne Antigone’yim ben, ne de Kreon… Hem Antigone’yim bir bakıma da hem de Kreon… Antagonist (uzlaşmaz) çelişkiler içindeyim… Uçlar arasında, aşırılıklar, çelişkiler, çatışmalar arasında bir denge, bir köprü, bir ölçü arıyorum… Tanrıların “ölülerin insanca gömülmesi” yasası ile insanların- “(kutsal) devlet için insan” yerine; “insan için devlet”in tasarlandığı – yasalarının çelişmeyeceği yeni bir anayasa özlüyorum…
(Bu yüzden üçüncü ve tek boş günümüzde altı saatlik yolculuğu gözüm yemiyor ve Tac Mahal’ı (Şah eser)imi “taşlar”da değil “insan”da aramak üzere Yeni Delhi Kapalıçarşısını gezmeye çıkıyorum… Zira benim “Şah Eser”im “İnsanoğlu İnsandır”…)
Kısaca Doğu’nun ve Batı’nın tanrıları Delhi’de “adalet” temasında birleştiler… (Almayın mazlumların ahlarını Ey Kreonlar; zira çıkar aheste aheste…)