Mehmet Zeki Giritli
Zaman zaman kendimi ait olduğum çağın dünya görüşünden geride görmeme ve akabinde bir kişisel sorgulamaya girişmeme sebep olsa da, hiçbir zaman “carpe diem”ci olamadım ben. İlk kez ortaokul yıllarımda bir hocam vasıtasıyla tanıştığım bu terimin –başlarda pek sevimli görünse de gözüme– görüşlerimin ve gördüklerimin artık alelade bir devlet okulunun bahçesi sınırlarından taştığı ilerleyen yaşlarımda aslında hiç de bana uygun olmadığını anladım. İnsanı dönemsel parçalara ayırmak ve daha sonra bu parçalardan birini unutup hiç yaşanmamış gibi kabullenmek, diğerini ise “nasıl olsa daha gelmedi, üzerine düşünmeye de pek gerek yok” mantığına bindirmek ve mutlu yaşamın sırrını burada bulmak pek gerçekçi gelmedi bana. İnsanı bir bütün olarak algıladım hep, fakat her şeyiyle eksiksiz bir bütün. Geçmiş hatalarıyla, gelecek kaygılarıyla, günlük telaşıyla. Bir yarışa sokmadım hiçbir zaman bu parçaları zira hepsi sonunda bir bütünü, insanı, tamamlamaya hizmet etmiyor muydu? Onların amaçları ortaksa biz insanlar olarak neden birbirlerine düşürme ihtiyacı hissettik ki veya hissediyoruz ki onları, anlayamadım.
Biraz daha büyüdükten sonra ise farklı bir konumdan bakmaya başladım bu duruma. Bireysel hafızanın unutulması, yokmuş gibi farz edilmesi kimi zaman (çoğu zaman) fayda sağlayabiliyor insana. Çünkü, aslında şu anda yapmak isteyip de yapamadıklarımızın ya da gelecekte yapacaklarımızla ilgili daha şimdiden duyduğumuz korkuların çoğu geçmişte yaşadığımız korkuların bir uzantısı. Bu bağlamda, geçmişini çok da göz önünde bulundurmayan insan, belki de daha korkusuz bir biçimde atılabiliyor hayata. Fakat, bunun bir de toplumsal hafıza bölümü var. Sosyolog Maurice Halbwachs’ın tanımıyla, bir toplumun iki ya da daha fazla kişisi arasında paylaşılan ortak anılar, olaylar vs. Artık herkesin bildiği bir gerçek var ki biz toplumsal hafızası 1 haftadan oluşan bir toplumuz. Her ne kadar toplumsal hafıza konulu onlarca söyleşi, panel vs. düzenleniyor olsa da, bunlar zaten toplumsal hafızası nispeten güçlü akademik kesimin sınırlarından öteye taşamıyor. O yüzden de Sivas’ta yakılan aydınları, 3 gün önce okuduğumuz tecavüz ve şiddet haberlerini, iktidardaki politikacıların halkı azarlamalarını falan çıkarıveriyoruz belleklerimizden hemen.
“444” genel olarak bu duruma eleştiri getiren bir oyun işte. Her ne kadar oyunun eğlendirme ve güldürme amacı biraz daha ön plana çıkmış olsa da, bu kadar sosyal sorumluluk da yeter bize diyip sineye çekiyoruz bu durumu. Altıdan Sonra Tiyatro grubunun bu oyunuyla ilgili ilginç bir bilgi de oyunun 2008 senesinde sahnelenmeye başlamış olması. Bunu duyduğumda çok şaşırdığımı ve biraz da utandığımı belirtmek zorundayım, ama geç de olsa hala benim gibi görmemiş olanlar vardır diyerek oyunla ilgili bir yazı yazmadan da edemedim.
Yiğit Sertdemir’in kaleme aldığı ve Gülhan Kadim’le oynadığı oyun, bir çağrı merkezinde geçiyor. Çağrı merkezinde yeni çalışmaya başlayan birisi ile oranın gediklilerinden olmuş başka bir çalışanın bir gece vardiyasında sistemin karışması ve bütün çağrı merkezlerinin kendilerine yönlendirilmesi sonucunda yaşadıkları komik ve alt metinde trajik olayları izliyor, bu olayların ışığında karakterlerin geçmiş hayatlarına doğru da bir yolculuğa çıkıyoruz. Öncelikle, 2008 Afife Jale Tiyatro Ödülleri’nde Cevat Fehmi Başkut Özel Ödülü’nü alan Yiğit Sertdemir’in metni çok sağlam. Oyun yazmak adına, çeviri tadında cümleler karalayan genç oyun yazarlarına örnek olacak türden bir metin kaleme almış Sertdemir ve tabii ki iki oyuncunun da performansları takdire şayan. Oyunun sonunda ulaştıkları çarpıcı gerçek ise, oyunu sadece güldürme ve eğlenme amaçlı bir oyun olmaktan çok farklı bir boyuta taşıyor. Oyunla ilgili eleştiri getirebileceğim tek nokta süresiyle alakalı. Oyun çok yüksek tempolu olduğundan, bu temponun çok düştüğü bazı bölümlerde kısaltma yapılırsa çok daha iyi olacağını düşünüyorum. Hala izlememiş olanlarınız varsa mutlaka görülmesi gereken bir oyun. İstiklal Caddesi’nde Kumbaracı Yokuşu’ndaki güzel mekan Kumbaracı50’de oynanmaya devam ediyor.