İlker Yasin Keskin
Tiyatro Boğaziçi’nde Türkiye’nin son yıllarda yaşadığı toplumsal dönüşüme dair bir proje üzerinde çalışırken çeşitli arka plan okumaları yapıyoruz. Yazı, bu okumalar sırasında fark ettiğim bir kitap hakkında olup Pasif Devrim, İslami Muhalefetin Düzenle Bütünleşmesi-1 başlıklı yazının devamı niteliğindedir.
Bertolt Brecht’in sonraları bilim çağının tiyatrosu dediği epik tiyatro kuramının temellerinde modern bilimin mimarlarından sayılan Francis Bacon’un bilimin doğasına dair kurduğu ilkelerin etkisi büyüktür. Brecht’in alışıldık olanın alışıldık olmaktan çıkarılması şeklinde tanımlanabilecek yabancılaştırma ilkesinde, Bacon’un “Neuen Organon”[1] eserinde yer alan doğru bilgiye ulaşmanın yolunun ön yargılardan kurtulmak şeklinde özetlediği şey ile bağlantısı vardır.
Bacon insan zihninin bilgiye ulaşmasını engelleyecek ön yargılarla dolu olduğunu söyler. “Kendisine egemen olmak için doğayı tanımaya, bilmeye girişirken ilk yapılacak şey, ön yargılardan kendimizi kurtarmaktır. Doğanın dünyasına girerken, önceden edinmiş olduğumuz yargılar ile sanıları bir yana bırakmamız gerekir.”[2]
Bacon ön yargıları dört grupta toplamış:
1) İnsanın doğayı insan biçiminde görme eğiliminde olması (idola tribus)
2) Bireyin kendi bakış açısına saplanıp kalması (idola specus)
3) Dilde yer alan gelenekselleşmiş yargılar (idola fori)
4) Otorite olmuş kimselere inanma eğilimi (idola theatri).
Üstat Bacon, doğaya hakim olmanın yolunun doğru bilgiye erişebilmekten geçtiğini, bunun için de öncelikle ön yargılardan kurtulmak gerektiğini söylemiş. Doğaya egemen olmayı Brecht’in yaptığı gibi toplumsal koşullara hakim olabilmek olarak da anlayabiliriz…
Ön Yargılardan Kurtulmak
İşte bu iki yazıda benim yapmaya çalıştığım da doğru bilgiye erişebilmek; toplumsal koşullara hakim olabilmek için önemli bir ön yargı hastalığına dikkat çekmek oluyor. Maalesef pek çok tiyatrocu da bu ön yargı hastalığından muzdarip… Bu ön yargı hastalığı yukarıdaki Bacon’ın sınıflandırmasında 2, 3 ve 4 numaraya giriyor.
Bir örnek vereyim. Moliere’in hayatını ve tiyatrosunu anlatan bir gençlik tiyatrosu projemiz var: Moliere Efendi. Bu oyunla turnelere gittiğimizde, tiyatrocular tarafından pek çok kez şu sözlerle karşılaşıyoruz. “Moliere… Tartuffe oyunu bizi çok iyi anlatıyor. Bir Tartuffe izledim müthiş bir yorumdu. Fevkalade güncel ve politik.” Aslında burada kastedilen tabi ki oyundaki iki yüzlü rahip figürünün yerine “sapık imam” veyahut güya üstü örtülü “Tayyip Erdoğan” göndermeleri ile güya “güncelliğin” yakalanmasından ibaret. Bu gibi örneklerde pek de üzerinde çalışılmamış bir dramaturji anlayışı ile AKP’nin öncüsü olduğu sosyal ve ekonomik değişime karşı çıkış, gericilik ve takiye eksenine indirgenir. Bu anlayışa göre İslamcılar gizli gündem taşırlar; devleti İslami kanunların kuşattığı bir şeriat devletine dönüştürmek ve laik cumhuriyeti yıkmak için yeni bir kılığa (AKP) bürünmüşlerdir.
Baştan söyleyeyim, tam da bu söylemlerin gerçekliğin görülmesini engelleyen bir perde olduğunu düşünüyorum. Kökleşmiş ön yargıları içeren bu söylemlerden kurtulmak için de naçizane bir kitap öneriyorum. Cihan Tuğal’in eserine değinerek sıkça baş vurulan İslamcılara dair kullanılan takiye ve gericilik ön yargısı hastalığından kurtularak devletin yeni ortakları (yeni sahipleri mi desek yoksa) hakkında daha sağlam analizlerin önünü açmak gerektiğini iddia ediyorum.
Gericilik, Takiye, Örgütlü Cehaletin Yükselişi vs…
Bu yazıda kitabın içeriğinden bahsedecek; C. Tuğal’in AKP’nin siyasi vizyonunu özetleyen toplumsal jestlerden örnekler verecek ve bunlar hakkında bir kaç kısa kelam ederek yazıyı noktalayacağım.
C. Tuğal 90’lı yılları İslamcı muhalefetin canlı, dinamik bir dönemi olarak resmediyor. Ancak AKP’nin ortaya çıkışı ile bu muhalefetin sisteme entegrasyonu sağlanarak sistemin kendini ayakta tuttuğunu belirtiyor. Bunu yaparken AKP’li kurucuların kendilerini radikal İslamcı gelenekten ayrıştırdıklarını; yeni partiyi batı ve kapitalizm yanlısı, devletle barışık olarak pazarladıklarını söylüyor. Özetle dindar işadamların AKP kanalı ile İslamcı muhalefetin enerjisini absorbe ettiklerini ve yine parti kanalı ile İslamcı çevrelere kendi görüşlerini empoze ettiklerini belirtiyor…
Yukarda kısaca tanımlanan gelişmenin iki sebebi var: 1) 28 Şubat darbesi ile İslamcıların pek çok hareket alanını kaybetmesi 2) AKP’nin yeni sınırlamalara uyum sağlamayı düzenleyen bir alternatif olarak belirmesi…
C. Tuğal, kitabın girişinde ilginç bir değişime tanıklık ettiğinden bahsediyor: İslami muhalefetteki değişimi Yasin adındaki bir esnaf üzerinden anlatıyor. Yasin 2000’de tanıştıklarında, kırklı yaşlarında radikal İslamcı bir esnaf… Kayıt dışı mescitlere gidiyor. Sürekli ibadete hazır bulundurmak için dükkanına girerken ayakkabıların çıkartılmasını istiyor. Fazilet Parti’sini korkak ve kısmen de milliyetçi olarak gördüğünden Fazilet Partili değil.
C. Tuğal, Yasin’le karşılaştıklarında civarda Nurcuların yer aldığını söyleyince Yasin kahkahayı patlatıyor ve şu cevabı alıyor: İslamcıların dolu olduğu bir yerde Nurcuların ne işi var! Bu yanıtı alan Tuğal, cehaletinden utandığını söylemeyi ihmal etmiyor: Çünkü devlet yanlısı, Türk milliyetçisi, kapitalist İslami grubun, yani Nurcuların, İslamcı bir mahallede yoğun olabileceğini düşünebilmesindeki hatayı fark ediyor.
Gelin görün ki Tuğal, altı yıl sonra Yasin’le tekrar karşılaşıyor. Yasin’in siyasi vizyonu ve hayat tarzının ciddi bir değişim gösterdiğini fark ediyor: Nurcularla arasında belirgin bir mesafe olan Yasin artık Nurcuların sohbetine katılmaya başlamış. Kayıt dışı mescitlere değil devletin camilerine gidiyormuş. Çünkü eski tutumunun toplumu kamplaştırıcı bir yere hizmet ettiğini itiraf etmiş. Sistemli çalışmaya önem veriyor, iş yeri ile ibadeti ayırıyormuş. Artık dükkanına girerken ayakkabılarını çıkarmıyormuş. Devletine saygı duyuyor ve bu devletin Ortadoğu’da İslama hizmet eden en büyük devlet olduğuna inanıyormuş. Tahmin etmek güç değil; o artık AKP’ye oy veriyormuş. Ona göre AKP sistemli çalışmayı, bilimle iş görmeyi ve hoşgörülü Müslümanları temsil ediyormuş. Pek doğal olarak hayatında değişmeyen şeyler de var: beş vakit namazını eksik etmemesi, vücut hatlarını belirsizleştiren kıyafetler giymeye devam etmesi, çember sakalını kesmemesi vs…
C. Tuğal bu değişimi simgesel bir yere koyuyor. Ve AKP’nin öncüsü olduğu değişimi aklileşme ve kısmi sekülerleşme olarak tanımlıyor.
Yeni Bir Şehir Yaratırsan Yeni Bir İnsan Yaratırsın
Değişim insanlarda olduğu kadar yönetim mekanizmalarında da hissediliyor: AKP ve eski İslamcı gelenek ile arasındaki ayrımı en belirgin hatlarla yerel yönetim mekanizmasında görmek mümkün. Önceki RP ve FP döneminde belediye elindeki araziyi halka dağıtmış. Tabi bu dönem dinin yaşamı doğrudan örgütlediği bir dönem… İnsanlar devletin camileri yerine kuran kurslarına gidiyor; sosyal yardımlaşma ağları güçlü; yoksullar tespit ediliyor ve yardımlar yapılıyor. Cuma namazı sonrası kitlesel yürüyüşler rahatlıkla organize edilebiliyor vs… Bu dönemde belediye binası ise camiyi anıştıracak şekilde yeşil renkli… İnsanlar belediyeye ayakkabılarını çıkararak giriyor. Belediye başkanına bile rahatlıkla ulaşabiliyorlar. Çünkü başkan sadece belediye işlerinden sorumlu olan bir profesyonel değil; o aynı zaman da dini bir otoriteye de sahip… Başkan uzun sakallı ve konuşmaları yoğun dini söylemleri içeriyor.
Ancak AKP iktidara geldikten sonra yeşil renkli belediye binası yıkılıyor. Yerine yeni bir bina yapılıyor. Artık eskisi gibi başkanla görüşmek kolay değil. Çeşitli bürokratik mekanizmalardan geçilmek zorunda. Yeni yönetimin destekçileri eski yönetimi Robin Hoodculukla suçluyor. Ne de olsa dağıtılan arazilerle birlikte çarpık kentleşmenin öncüsü olmuşlar. Eski başkan ve kadrosunun büyük bölümü ilçe içerisinden. Yeni başkan ve kadrosu ise bazı ilçe sakinlerine göre ilçe dışından; hatta kimilerine göre başkan, Sultanbeyli’yi köylü olarak görüyor. Yeni başkan eskisi gibi sakallı değil, ince bıyıklı… Yönetim işlerinde hiyerarşi ve profesyonelleşmeye dayalı söylemleri ile yeninin sembolü…
Yeni yönetim, modernist toplum mühendisliğinin temel özelliklerinden birini miras alıyor ve “yeni bir şehir yaratırsan yeni bir insan yaratırsın” söylemi ile kentte önemli mekansal değişimlere imza atıyor. Üst düzey bir belediye çalışanı ise şöyle konuşmuş:
Fiziki yapıyı değiştirirsek, insanların fikirleri de değişecektir. Parklar, kültür merkezleri ve tüneller inşa edersek insanlar da değişecektir. Bunların öncesinde inşa edilmemiş olması önceki yönetimlerin ve popülizmlerinin bir sonucudur. Eğer doğru şeyler yapsalardı, eğer inşaatlara sınırlama getirselerdi, bu ilçe bir varoş olacağına, İstanbul’un en zengin yerlerinden biri olurdu.[3]
Yeni yönetimin eskiyi İslamcı popülizmle suçlamasının ve ilerleme arzusunun altını çizmek gerekiyor.
90’lı yıllarda buz dağının görünen yüzü olan kitlesel gösteriler yani Cuma hutbelerinden sonraki kitlesel yürüyüşler artık öyle eskisi gibi kolay organize edilemiyor. Üstelik önceden devlete, devletin polisine ve askerine karşı atılan sloganların esamesi okunmuyor.
Kısaca not ettiğim yukarıdaki tablolar AKP’nin siyasi vizyonunun İslami muhalefetin yaratıcı bir şekilde modernizasyonu tespitinin kısa ipuçları olarak okunabilir.
Şimdi AKP vizyonunu özetleyen en ince gözlemlerden birinden bahsedelim. Hatırlarsınız 2005 yılında Danimarkalı karikatürcülerin Hz. Muhammed’in karikatürlerini çizmeleri ile bir olay patlak vermişti. Türkiye’de bu karikatürler pek çok şekilde protesto edilmişti. C. Tuğal kritik bir anın kısa bir fotoğrafını çekerek önemli bir dönüşümün izini yakalıyor.
Bu gündemin çalkalandığı sırada bir cuma hutbesinde ilginç bir şekilde eski dönemi anımsatacak sertlikte mesajlar verildiğine şahit oluyor. Bu mesaj, meşhur “Emr-i bil maruf nehy-i anil münker” (iyiliği emretmek, kötülükten men etmek) üzerine kurulu… Emir ve men fiillerinden rahatlıkla anlaşılabileceği üzere bu ayet insanları çevrelerini İslami dönüşüme uğratmak yolunda aktif bir pozisyona çağırıyor. Bazı İslamcılara göre bu ayet tehlikeli bir şekilde yorumlanmaya da müsait… İmam konuşmasında bu ayete referans veriyor. Ancak konuşmasına yine ilginç bir şekilde şöyle devam ediyor:
Bu yüzden biz çocuklarımızı, eşlerimizi, dost ve akrabalarımızı düzeltmekle mükellefiz. Ayrıca peygamber efendimiz ne emretmiştir? (eksen değişimine dikkat) Bir yerde haksızlık varsa elinle düzelt, elinle düzeltemiyorsan dilinle düzelt. Bunu da yapamıyorsan kalbinle buğzet. Çevremizdeki bazı kötülükleri düzeltecek kadar güçlü olmayabiliriz. Bunları da kalbimizde mahkum edeceğiz. (vurgular ve parantez içi bana ait)
C. Tuğal, imamın ünlü ayeti yorumlarken ayetin ılımlı tefsirlerinden birini kullandığını söylüyor. Bu tavır değişikliğinin radikal hareketliliği normalleştirmeyi ve kapsamayı amaçladığını belirtiyor. Devlet kaynaklı hutbenin, insanların akıllarında olan bu ünlü ayeti ılımlı yorumu ile kullanarak muhalefeti kontrol altında tutmayı amaçladığı sonucunu çıkarıyor.
C. Tuğal çalışmasında değişimi tanımlayan yukarıdakilere benzer pek çok anekdot ve tablo sunuyor: Örtülü kadınların giyim tarzlarına blucinlerin eklenmesinden tutun, başı açık kadınların tezgahtar olarak çalışabilmesine, parti içi ve cemaat ilişkilerinin sınıfsal yükselme amaçlı kullanımının artışından, faizli bankacılığa başvurmanın kanıksanmasına kadar kapitalizmin İslami çevreler içerisinde normalleşmesi ve dünyevileşme konusunda çok sayıda detaylı örnek sunuyor.
Birileri Kazanıyorsa Birileri de Kaybediyordur!
Öte yandan kitapta gelecek projeksiyonuna dair dikkatimi çeken iki nokta var: İlki Kürt sorunu ile ilgili. İkincisi ise tabanda oluşacak bir yarılmanın ipuçlarını taşıyor…
2000 başlarında Kürtler ayrımcılığa maruz kalabilmektedir ancak bu 2006’da bir parça yoğunlaşıyor. Devleti sahiplenen AKP’li insanların devlete muhalefet etmeye devam eden Kürtleri ötekileştirmesi pek normal elbet. Ancak Tuğal, 2006’da ilk defa Kürtlerin doğrudan işsizliğin müsebbibi olarak görüldüklerini ve tabanda bu görüşün yaygın olduğunu fark etmesi çarpıcı bir gelişme… C. Tuğal böylesi bir düşünce yapısına daha önce rastlamadığını belirtiyor.
İkinci önemli nokta ise bölgenin proleterleri olan inşaat işçileri arasındaki diyaloglar… İçlerinden MHP’den AKP’ye geçen Vehbi örgütsüz olmaktan yakınıyor:
Bugün insanlar kurbanlık koyun gibi çalıştırılıyorsa, bunun nedeni inşaat sektöründe başların olmamasıdır. Mimarların odaları var, mühendislerin, esnafların odaları var, emekli kamu işçilerinin odaları var, daha birçok örnek sayabiliriz. Ama bizim bir odamız yok. Devletin kusurlarından biri budur. Peki, bunları devlet mi kurmalı, yoksa halk kendi mi yapmalı?
CT: Sizce hangisi?
Asıl sence hangisi. (Duraklama) İnşaat sektöründeki vatandaşlar bunu koordine etmeli. Her şeyi devletten bekleyemeyiz, değil mi?
CT: Bu yönde herhangi bir girişim var mı?
Henüz olmadı, olacağını da düşünmüyorum. Başıbozukluk birilerinin ekmeğine yağ sürüyor.
Vehbi önce örgütlenme sorumluluğunu devlete atıyor ancak sonra çark ederek anarşiye mahal vereceğinden dolayı sorumluluğu kendi üzerine alıyor. Yine de Tuğal’e göre 2000’lerin başına nazaran değişim çarpıcı… Çünkü o zaman örgütlenmeden ve sendikalaşmadan kimse bahsetmemiş…
Yukarıdaki iki kritik konu geleceğe dair ipuçlarını veriyor. Sistem muhalefeti entegre ederken yeni muhalefetini üretmeye de devam ediyor.
Bu arada şunu da belirtelim: Kitabın amacı sadece İslamcı siyaseti tanıtmak değil; aynı zamanda toplumsal ve siyasal radikalizme dair insanların anlayışını derinleştirmek. Derinleştirmek sözcüğünün altını çizelim… Kitabın dramaturjisinin bu yanını hafifsememek gerekiyor. Bu bakımdan kitabı, radikal ve devrimci hareketlerin sisteme entegrasyonuna bir örnek teşkil edecek bir hikaye gözüyle de okumak mümkün.
Şimdilik bu kadar… Daha fazlası kitap özetine girer ki bunu yapmak yerine kitabın içerisinden dikkatimi çeken ve beni etkileyen bazı noktaları sunarak, içerisinde olduğumuz toplumsal dönüşümü açıklayacak bir kitabı tavsiye etmek istedim.
Bu çalışma en temel anlamda, AKP ve öncüsü olduğu siyasal ve toplumsal dönüşümün, neoliberal dönüşüm olarak ve İslami çevrelerin yaratıcı bir şekilde modernizasyonu olarak tanımlanabileceğini açıklıyor. Yine bu çalışma “takiye”, “gericilik”, “örgütlü cehaletin yükselişi” vs. gibi sığ yakıştırmaların komikliğini ifşa etmesi anlamında önemli bir yerde duruyor.
Yukarıdaki sloganlar, toplumsal değişimi gösteren bir tablonun ancak küçücük bir bölümünü ifade ediyor. Gerçekliği açıklamaktan uzak bu yakıştırmalar ile insanlar avuna dursun; işte bu kitap, tablonun önemli bir bölümünü açıklayacak parçaları içeriyor. Kitabı okuduğunuzda, parçaları yavaş yavaş yerlerine oturtacak ve tabloda bir resmin belirdiğini göreceksiniz: Fonda Üsküdar’ın Kız Kulesi ve üzerlerinde ince bıyıklı sürücüleri ile sahilde dörtnala koşan atlılar…
[1] İsim benzerliği açıktır. Brecht ve Bacon arasındaki etkileşim, en bariz işaretini epik tiyatro kuramının temel ilkelerini açıkladığı Tiyatro İçin Küçük Organon’un isminde belli eder. Çünkü Bacon’ın da bilimin temel ilkelerini sunduğu Neuen Organon adlı bir yapıtı vardır.
[2] Macit Gökberk, Felsefe Tarihi, Remzi Kitabevi, 2008, s. 215
[3] Cihan Tuğal, Pasif Devrim, Koç Üniversitesi Yayınları, 2010, s.239