Melih Anık
Haziran 2011’de USA-North Carolina-Durham’da idim. Orada olduğum tarihte Amerikan Dans Festivali’nin (ADF) galası yapıldı, (9 Haziran 2011) ben de o galaya katıldım. Gala deyince aklınızda olayı büyütmeyin; biletimi 4 gün önceden aldım, özel giysi zorunluluğu yoktu. Gala, Durham Performing Arts Center’da yapıldı. Biletler 20-40 dolardı.
Durham, 250,000 nüfuslu bir şehir; Hakkari, Bingöl, Burdur, Karaman, Kırşehir, Karabük, Erzincan, Yalova, Bilecik, Sinop, İnegöl, Çorlu, Elazığ, Bilecik, iki Erciş ya da yarım Şırnak, çeyrek Van da diyebiliriz. Şehrin yükünü çeken ve yüzü NC Central University ve özellikle Duke University. USA’da şehirlerin sanat ihtiyacını karşılamada, spor ve sosyal hayatı canlandırmada üniversitelerin mühim bir rolü var. ‘Duke University Chapel’ önemli bir kilise; ‘Duke University’ Basketbol Takımı ‘College’ Liginin şampiyonu, Duke’ün müzeleri de var. Bir kilisenin kapısında karşılaştığım ve cebinden anahtarı çıkarıp kapısını açarak bize kiliseyi gezdiren doktor, “USA’da komşu şehirler en iyi olma konusunda birbirleriyle yarışır” dedi bana.
Amerikan Dans Festivali (ADF), Duke University ile birlikte anılıyor şimdi. Durham yaklaşık 34 yıldır ADF’ye ev sahipliği yapıyor.
Ben ADF 2011’i anlatmaktan daha çok ADF’den öğrendiklerimi paylaşmak niyetindeyim. Yazımı da bu düşünce ile kurmaya çalışacağım.
Ama önce ADF’nin tarihçesini özetlemek gerektiğini düşünüyorum.
1934 Temmuz’unda Martha Graham (1894-1991), Hanya Holm (1893-1992), Doris Humphrey (1895-1958), Charles Weidman (1901-1975), kariyerlerinin gençlik dönemini yaşarken; para ve kamu /özel destek yokken Vermont Bennington College’de bir dans “üs”sü kurmuşlar. O günlerdeki faaliyetin ismi The Bennington School of Dance imiş. Festival 1942 yılına kadar Martha Hill ve Josephine Shelly yönetiminde Bennington’da kalmış. Savaş yılları (1943-45) arasında Martha Graham yazlarını Bennington’da geçirmiş; 1946’da José Limón ilk topluluğunu Bennington’a getirmiş; 1947’de Martha Hill, Connecticut College’da bir pilot program başlatmış. 1948’de The Connecticut College School of Dance açılmış. 1969’da festival, ADF ismini almış ve o tarihten itibaren Charles L.Reinhart (1921- ) tarafından yönetilmekte. 1977 yılında festival Duke Üniversitesi’ne (Durham) taşınmış.
ADF, 400 den fazla öğrencisi ve 50 öğretmeni olan bir okul halinde çalışmakta. Dansla tedavi ve beden terapisi, repertuar oluşturma, kompozisyon ve temel dans teknikleri üzerine eğitim veriliyor ve atölyeler düzenleniyor. Tüm bu çalışmalar Duke Üniversitesi bünyesinde de akademik bir birim oluşmasını sağlamış.
1934’ten bu yana 622 prömiyer ve 44 yeniden düzenlenmiş (reconstruction) dans gösterileri sunulmuş..
1981’de koreograflara verilmek üzere Samuel H. Scripps ADF Ödülü tesis edilmiş.
1988’de modern dans ile jazz müziğin ortak çalışmalarına verilmek üzere Doris Duke Ödülü konulmuş.
1984’de uluslararası koreograflar için eğitim programları başlatılmış. 1997’den bu yana yazları 6 haftalık dans atölyeleri yapılmakta, dünyanın her köşesinden gelen dansçılar ve koreograflar Durham’da buluşmakta imiş.
1987’de Guanzhou (Çin) Guanzdong Modern Dans Akademi ile birlikte çalışılmaya başlanılmış, orada eğitim programları başlatılmış, pek çok Çinli dansçı ve koreograf USA’ya getirilmiş. Bu ortak çalışmadan mezun olan Shen Wet, 2007 The Mac Arthur Foundation “genius” ödülünü almış, 2008 Beijing Olimpiyat Oyunları açılış seremonisini düzenlemiş.
ADF, içlerinde Türkiye’nin olmadığı 24 dünya ülkesi ile ortak çalışmalar yürütmekte. ADF, “Kara gelenek” başlığı ile Afrika kökenli Amerikalıların dansları üzerine çalışmalar yapıyor ve dansçı ve koreograf yetiştiriyor. ADF, Emmy kazanan TV serileri yapmakta ve dans üzerine çeşitli kitaplar yayımlamakta.
77 yıldır devam eden bir festivalden bahsediyorum. Dans ile ilgili olanlar eminim bu festivalin dünyada dansın zirvelerinden biri sayıldığını biliyordur. Dört kişiyle parasız pulsuz başlamış, şimdi dünyada bir zirve.
9 Haziran 2011 gecesi, gala, seyirci arasından sahneye çıkan Vali Bill Bell’in (valinin ismi bu, ben uydurmadım) konuşması ile başladı. Valinin salona ne zaman girdiğini ve nerede oturduğunu anlamadık bile. Onu sahneye kimse çağırmadı, kendisi çıktı. Biz herhalde programı anons edecek derken o, “Ben Bill Bell, Durham’ın valisiyim” diye başladı. Bell, “Beni herkes tanır ismimi söylemeye ne gerek var” demedi. Şimdi tanıdığınız tüm valileri ve isimlerini bu formatta aklınızdan geçirin. Ben o sırada geçirdim, tuhaf oldum. Hiç yakıştırmadım, Vali Bill Bell’e.
Vali konuşmasında Charles L. Reinhart’ın ismini söyleyince salonun arkalarından bir yerden seyirci arasından Reinhart sahneye yürüdü, Bill Bell, Reinhart’a şehrin anahtarını cebinden (CEBİNDEN!) çıkarıp verdi onu “hemşehri” ilan etti yani, sonra da Reinhart’ın 80. doğum gününü kutladı ve 9 Haziran’ı Charles L. Reinhart Günü olarak ilan etti. Hiç aklımızda yokken dünyada bir “ilk”in tanığı olduk.
Gala gecesi African American Dance Ensemble – “Honoring The Legacy”; Mark Dendy-“I am a Dancer”; Scottish Dance Theatre-“Drift”; Martha Clark-“Pagliaccio”(reconstruction); Hubbard Street Dance Chicago-“Three to Max” isimli gösterileri seyrettik ve bayıldık!
Hemen hemen her gösteride Reinhart’a olan saygı öne çıkarıldı. İlk gösteride dansçılar Reinhart’ı oturduğu yerden elinde tutarak sahne önüne getirip, hazırladıkları bir koltuğa oturttular, sahnede dolaştırılan bir tacı alıp onun başına koydular sanki “Dansın Kralı” der gibi. Arada iki konuşmacı daha Reinhart’ı anlattı. Reinhart gecenin sonunda sahneye geldi ve kendi hayatını anlatan video gösteriminin ardından anılarını paylaştı; gece samimi alkışlar ve tezahüratlarla bitti.
Gecenin sonunda “gerçek” gala davetlileri, kendileri için hazırlanan resepsiyona giderken biz biletli seyircilerle birlikte bir rüya âlemi içinde evimize gittik.
Kaldığımız süre içinde programımıza uyan diğer gösteri Rosas Danst Rosas’dı. Rosas’ın koreografı Anne Teresa De Keersmaeker bu yıl (2011) Samuel H. Scripps ADF Ödülü’ne (en iyi koreograf) lâyık görülmüştü. İki gün sonra tekrarlanacak performansın bitiminde ödülünü alacaktı. Rosas’ı çok sevdiğimi söyleyemem. Gerek müziği ve gerekse tekrarlanan mizanseni nedeniyle, salonun yüzde sekseni ile aynı düşünceyi paylaştık: “Bitse de gitsem”. Salondaki seyircinin o geceki davranışlarını o güne kadar bir başka gösteride görmediğimi söylemem gerek. Fütursuzca salondan çıkma, tekrar içeri girme, gereksiz yüksek sesli “off”lar, homurtular, kıkırdama, gülüşler, müziği bastıran horultu, gösteri bitti sanılıp başlayan sevinç (!) nidalı alkışlar, bitmediğinin anlaşılması üzerine yaşanan hayal kırıklığı, çocuk ağlaması, gösteri biter bitmez salon dışına çıkmak için koşuşturanlar… Bizde yapılsa “terbiyesizlik, saygısızlık” sayılan her türlü hareket vardı. İstanbul’daki 2011 “idans”ın açılışında Rosas Fase olduğunu duyduğumda o geceyi hatırladım. Birisi yazsa da neler olduğunu öğrensem diye merak içindeyim. Ama şundan kesinlikle eminim ki gösteri, ayağa fırlayanların “bravo” nidalı alkışlarıyla son bulmuştur.
Durham’daki kalış süremize uyan maalesef ancak bu iki gösteriyi seyredebildik. Oysaki program çok cazipti, aklımız geride kaldı. Şimdi kızımdan aldığım haberlere göre dünya sanatçıları iki yüz elli bin nüfuslu bu şehre geliyor, konser veriyor, performans, gösteri yapıyor. Öğrenci bileti 5 dolar. ‘Duke Univesity’ Basketbol Takımı’nın sezonluk biletleri tükenmiş. Kızım on yıl önce bir yaz kampı için Durham’a gitmişti. O, on yıl içinde, Durham’daki değişimin tanığı. Dünya dansının kalbi iki yüz elli binlik Durham’da atıyor. Ben de ülkemde bir Üniversite, Duke gibi olacak mı ve bulunduğu şehre onun kadar katkı sağlayıp değiştirecek mi diye düşünüp dururken aklıma “bizimkiler” geliyor.
Prof. Dr. Mehmet Altan, Türkiye’de her şehirde üniversite açılmasını eleştirmiş ve metropol (Büyük şehir, başkent) olmayan şehirlerde üniversite açılmamalı demişti. Durham’a bakınca USA’da da kalmış profesörün tespitinin ne kadar yanlış olduğunu görüyorum. Metropol nüfusu çok olan kalabalık şehir değil, çağdaş ve kültürlü şehir demek bana göre. Şehirlerin metropol olmasını sağlayan, iyi işletilen, sorumluluk ve de yükümlülüklerinin farkında olan üniversitelerdir, bizdekiler gibi kaplumbağa örneği başını içine sokmuş olduğu için ilerleyemeyen üniversiteler değil. Bizimkiler değiştireceklerine kendileri değişiyor nedense. Aslına bakarsanız “yerleşke” önemli değil yeter ki kendi yerleşkesi içine hapis kafalar olmasın. Öte yandan dünyada ilk 500’e giren tek Türk üniversitesi olma cakası içinde olan İstanbul Üniversitesi (hani şu Öğrenci Kültür Merkezi’ni kapatan) dahil hiçbir Türk üniversitesinin Duke olmadığını “Bizim” Prof. Dr. Celal (Şengör) de bilir de nedense nedeni üzerinde düşünmek yerine “aklını taktığı” dar bir çerçeve içinde “reçete” toplumsal çözümler (?) üretir. SEFT kitaplarındaki yanlışları bulmanın İngilizce öğretme konusunda kimseyi uzman yapmadığını sanırım hatırlar. O, “fay”ı kanıtlamayı kendini kanıtlamakla özdeşleştiren, hatta bunu yaparken oyuncağı elinden alınmış bir çocuğun hırçınlığına kapılan; “görgüsüzce” aldığı ödüllerin listesini yollayan; ama gerekenin yapılması konusunda yapıcı hiçbir şey yapmayan çok akıllı, “Bizim” Celal’dir. Mesela Harvard Doğal Tarih Müzesi ya da Peabody Müzesi benzeri bir müze için bir girişim başlatır mı? Hepsinden geçtim Mineraloji Müzesi kurmak için bir şey yaptı mı? Dünyanın her yerinde tanındığı için kolay da olur onun için. Mesela İTÜ’de gençlerin koridorda tiyatro yaptıklarını biliyor ve dert ediniyor mu? “Ülkemdeki her şeyin bitmiş olduğunu” tespit etmiş ve “dönüp dönüp aynısını okuyan” ve de bu yolla aklınca dikkat çekmeye çalışan, “dâhi çocuk” ve “ivy leage” ürünü Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu da bir başka örnektir. Davranışlarına bakarak böyle “konuşan” ‘prof’ların “tiyatrosuz” olduklarını söyleyebilirim! “Bizim”, yerli-yabancı üniversitelerden çıkma, değerleri anlaşılmamış olmanın hırsıyla başkalarını aşağılayarak kendilerini kanıtladıklarını zanneden “Prof. Dr-ürün”lerin tespitlerine bakınca; Amerikan Dans Festivali’nin 70 yıllık macerasını bilince; Vali Bill Bell’i hatırlayınca, ben, bir Boğaziçi Üniversitesi mezunu olarak “sorunu” anlar gibi oluyorum, neden Türkiye’de Duke yok. Zira “Bizimkiler” memleketi kurtarmak hevesindeyken, “kurtulan” ülkeler “Bizim” Celal, Dâhi Oktay ve Altan’ların Mehmet’inin yapmadığını yapan yani bilimi halkın hayatına sokan, önce “çevresini” aydınlatan ve bu yolla ufku açarak bilime desteği arttıran, paylaşan, yardımlaşan, anlaşılmadığı için hırçınlaşmayan “prof”lara sahip. Esas zenginlik de o zaten! Bunun da “okulu” yok!