Zafer Diper
Tolga Karaçelik’in yazıp yönettiği “Gişe Filmi” adına Büşra Pekin’le birlikte 20-23 ekim tarihleri arasında Almanya’da Manhheim’daydım. Geçen yıl Antalya Altınportakal’da En İyi İlk Film ödülünü kazanan “Gişe Memuru”, Mannheim Film Festivali’nde de Büyük Ödül’ü, Özcan Deniz’in “Ya Sonra?” filmi de Halk Ödülü’nü kazandı. Festivalin açılış gecesinde Hülya Koçyiğit’e; kapanış gecesindeyse kitaplarıyla, eleştiri yazılarıyla sinemaya yıllardır büyük emek veren Atilla Dorsay’a onur ödülleri verildi. Diğer önemli etkinliklere gelince: Prof. Dr. Gülseren Güçhan’ın “Türk Sinemasında İç Göç Filmleri-Türk Sinemasında Göçmenlerin Bitmeyen Serüveni” başlığındaki sunumu; Tevfik Başer’in söyleşisi (çok önemli filmi “40 Metrekare Almanya” da gösterildi festivalde); inanılmaz bilgisi ve birikimiyle kısa bir süre içerisinde “Geçmişten Günümüze Türk Sineması”nı özetleyebilen Atilla Dorsay’ın o eşsiz sunumu; “60’larda Yaşanan Sorunlardan Günümüze Popüler Göçmen Sineması” konuşmasıyla Ebru Ceylan; İris Alanyalı ve Werner Felten ile “Okuma”; Horst Hamann ve Timurtaş Onan “Fotoğraf Sergisi”; ayrıca belgesel ve kısa filmler… ve Yeşilçam Ödülü’ne değer görülen “Çoğunluk” filmi…
Kanber Altıntaş’ın festival yönetmenliğini, Ebru Ceylan’ın program yöneticiliğini üstlendiği ve daha nice değerli sanatçıların katkılarıyla dopdolu, nitel bir yoğunlukla süregidip de biten festival; etkinlikleri kadar gidişimiz-gelişimizle, konaklanmamız-ağırlanmamızla, her bağlamda kusursuz bir düzen içinde çalıştı. Hele gündüz yapılan o görkemli Heidelberg kültür gezisi de unutulmazların arasında yerini aldı.
Kısa bir süre önce Ebru Ceylan’a ve diğer dostlara teşekkür yazımda dedim ki: “Kültür sanatın, sinemanın birleştirici gücü ne güzel; bu bir kez daha kanıtlandı işte!” Çoklukları nedeniyle burada ne yazık ki adlarını anamayacağım yeni arkadaşlıklar, dostluklar adına, ey 20 yılık Mannheim Festivali, sen çok yaşa!
Kaldığımız otelin önünde tarihi Su Kulesi… İyi de bizim Galata Kulesi’yle bir benzerliğini bulamadım pek. Mannheim ile Beyoğlu-İstanbul kardeş kent olarak saptanmış ya; sanki bu kulelerden esinlenilmiş gibi bir izlenim miydi kardeşliği var eden, yoksa kulağıma mı çalındı bu türlü sözler anımsayamıyorum. Ne ki, Mannheim Su Kulesi ile Galata Kulesi belki geceleri uzaktan bakıldığında birbirini andırır bir görünümde kardeş kardeş durabilirler ama hele şöyle gün ışığında bakıldığında “ne benzerlikleri?” olduğu tartışılabilir kuşkusuz. 14. yüzyılda Galata’ya yerleşen Cenevizliler yanınca yapılan bizim kuleyle, İtalya’da kuleli bir kent daha “kardeş” durabilirlerdi sanki… Ama diyeceksiniz ki, bırakalım şimdi şu ülke seçimi yaklaşımını falan, gereksiz ayrıntıları; sonunda kazanacak olan, katkıların daha bir artacağı festivalin kendisidir en başta… Doğrudur… Artık Mannheim ile Beyoğlu “arkadaş” olarak saptandı, sözleşmeleri mözleşmeleri imzalandıysa, o zaman da “bu Mannheim kardeşimizden Beyoğlu’ndaki kardeşine katkılar ne olacak-ne olabilecek acaba?” diye düşünmeden geçemiyor insan… Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan, Mannheim ile kardeş kent olduklarını, her türlü sanatsal etkinliklerin devam edeceğini söylüyorsa, benim şu Mannheim belediyesine bu kardeşini şikayet edesim var… Çünkü Mannheim’da, örneğin Beyoğlu’nda Türk Sinemasının simgesi durumunda olan bir Emek Sineması gibi kültürel-sanatsal bir yapıyı yok etmeye çalışan yok… Kimi sokaklara birkaç sandalye atmış oturanları oradan kovan yok… Bu konularda yalnızca ben değil, yazdıkları-çizdikleriyle, eylemleriyle de karşıt duran Atilla Dorsay da var, daha niceleri gibi. En kızgınlardan biri de Tevfik Başer belki. O, kardeş kulenin yakınında oturuyor hem. Asmalımescit’de sokak arasında bir sandalye atıp da bir kadeh içkisini yudumlayamayan bir Galata’lı artık o! Şöyle dostlarla açıkhavada şöyleşemeden, şöyle gelip geçenlere bir bakamadan, şöyle birazcık demlenemedikten sonra; değil mi sevgili Atilla, sevgili Tevfik, kardeşliğin ne önemi var?!