Mimesis Çeviri – Shylock rolünde Al Pacino ve Portia rolünde Lily Rabe ile Venedik Taciri.
New Yorker, 12 Temmuz 2010, Çeviri: Ariya Toprak, Müjde Yılmaz
Shakespeare’in nesiller boyunca okurların elinden düşmeyen üç beş yazardan biri olmasının bir sebebi de onun bize öğretiliş şekli olsa gerek. Yahut en azından gençliğimde New York devlet okullarındaki öğretiliş şekli diyeyim. O zamanlar, yani yetmişlerin ortasında, öğrenciler beşli ölçüyü, metni ezberleyerek öğrenirdi. Shakespeare’in duygu ve düşünceleri birbirine bağlamadaki uhrevi yeteneğini, onun bir avuç hecesini sesli okuyarak kavrardık. Eğer kendini ozanın yarattığı dünyaya yeterince kaptırabilirsen, sen artık eski sen olmazdın. Mesela şefkatli bir karakterin konuşmasını ezberden okurken kendini daha bilge, daha sevecen hissederdin. Shakespeare’in şeytanın doğasına dair de söyleyecek çok şeyi vardı elbet. Cassius ya da 3. Richard’ın repliklerini sesli okurken onları ergenlik dünyama bire bir bağlardım; Shakespeare’in bu düzenbazlarının benim muhitimde dolaşan ikiyüzlü, zarar ziyan, hilekâr kıyamet habercilerinden ne farkı vardı ki? Ancak arada bir oyunlarda içime sinmeyen, o sayfayı çevirip geçmeme neden olan şeyler de çıkardı karşıma. Barbantio’nun, Othello’nun “kara bağrı”nı aşağılayan tasvirleri veya Titus Andronicus’ta Aaron’un siyah teninin şeytan ruhunu temsil etmesi gibi. Bir de Venedik Taciri’nin (The Merchant of Venice) Yahudi tefecisi Shylock vardır tabii. Öğrenciyken birkaç kez oyunu okumaya çalıştıysam da, Shakespeare’in kendini bu şekilde ön yargılarla kısıtlamış olması karşısındaki hayal kırıklığımı yenemedim bir türlü. En sonunda Venedik Taciri’ni başka kitaplar eşliğinde okuyabildim, James Shapiro’nun klasik Shakespeare ve Yahudiler (Shakespeare and the Jews) kitabı gibi. Shapiro, Elizabeth İngiltere’sinin antisemitizminin hayret verici bir tablosunu çizerek Shylock karakterine şekil veren Hıristiyan korkularını gün yüzüne çıkarmış. Shakespeare’in Yahudi’si de seyircinin beklentilerini pek tabii karşılamış.
Basmakalıp olduğunu bile bile bir rolü nasıl oynarsınız? Halk Tiyatrosu’nun, Delacorte’de Daniel Sullivan’ın hoş tasarımıyla sahnelenen yeni prodüksiyonunda Al Pacino’nun yorumladığı Shylock bir karakter olmaktan çok bir fikir. Yetmiş yaşındaki Al Pacino ancak New York’un yetiştirebileceği muazzam bir yıldız. En iyilerimiz gibi şalterleri atmış durumda ve daimi bir paranoya içerisinde. New York’un; siyah, Yahudi ve Portorikolu ritimlerin birleşmesinden oluşan o müthiş diksiyonunu Shylock’a katmış. Ama Pacino’nun Shylock’u oyunun geri kalanından bağımsız olarak, sadece Pacino’nun Shylock’u olduğu için ilgi çekmiş gibi görünüyor. Bu durum Michael Radford’un 2004 yapımı Venedik Taciri filminde daha az sorun yaratıyordu çünkü Al Pacino’nun oyunculuğu yumuşatılmıştı. Shylock, Antonio’nun (Byron Jennings) acı çekmesini neden istediğini “Benim itibarımı lekeledi, yarım milyonumu cebe indirdi, bir de kayıplarımın arkasından güldü. Kazancımla alay etti, milletimi hor gördü, işlerime köstek oldu. Dostlarımı soğutup düşmanlarımı kızıştırdı. Peki, tüm bunların nedeni ne? Bir Yahudi olmam.” sözleriyle açıklarken Shakespeare’in dizelerini takdir edemiyoruz. Zira o sırada Al Pacino’nun sıra dışı konuşma şeklini, yükselmesi beklenen dize sonlarında Molly Picon gibi bir inilti çıkarmasını, öfkeyle sözlerini bir araya tıkıştırmasını, nefessiz kalışını, bağırmasını dinlemekle meşgulüz. Yine de Sullivan’ın oyuncu seçiminin tamamıyla yanlış yönde olduğunu söylemek doğru olmaz. Pacino’nun bir aktör olarak zayıflığı aynı zamanda onun güçlü yanı. Shylock oynamaya uygun bir Grand Guignol niteliğine sahip; ilginizi çekmek için gösterdiği ciğersiz ihtiyacı gerçekten sizi içine çekebilir. Kelimeleri çarpıtıp ya da sahnedeki diğer oyuncularla ilişki kurmayı reddedip size itici gözükse bile.
Al Pacino’nun müthiş bencilliği ile diğer oyuncuların birbirlerine duyduğu saygı ve sadakat arasındaki tezat inanılmaz. Prodüksiyondaki en iyi oyuncu herhalde siyahî İngiliz aktris Marianne Jean-Baptiste. Amerikan seyircisi onu en iyi 1996 yapımı Mike Leigh’in Secrets & Lies filminden ya da Without a Trace dizisinden tanır. Portia’nın (Lily Rabe) hizmetçisi Nerissa’yı ve Shakespeare’in boş ve şatafatlı oyunu Kış Masalı’nda (The Winter’s Tale, yönetmenliğini Micheal Greif’in yaptığı bu oyun da Delocorte’de sergileniyor) Paulina’yı oynayan Jean-Baptiste kendisine verilen rolleri hakkıyla icra ediyor. Shakespeare’i aceleye getirmenin ya da kendini öne çıkarmak için bir araç olarak kullanmanın, en vefakâr seyirciyi bile geri püskürteceğinin farkında olsa gerek. Sahnedeki diğer oyuncuları gölgede bırakma uğraşında olmayan Jean-Baptiste, Shylock rolünü oynasaydı karaktere nasıl bir trajedi kazandırırdı diye düşünmeden edemiyorum.
Shakespeare’in mirasının çok önemsenmeyen yönlerinden biri de anlattığı hikâyeler, insanlar, tanrılar, periler ve Fransızların la gaité de coeur dedikleri “kalp neşesiyle” yarattığı gerçeküstü yaratıklarla dolu öyküleriyle kurduğu bağdır. Bazen zihninin derinliklerinde yarattığı kasvetli ruhlara rağmen, Shakespeare’in yaratıcılıktan, gerçek dünyadan şekiller keserkenki mest edici, neşeli enerjisinden aldığı bütün zevk işte bu bağdır. Oyun yazarlarına, oyunculara ve yönetmenlere ilham veren de budur, bu olmalıdır. Bu yüzden bugünkü çoğu tiyatronun fazla entelektüel havasını bir süre soluduktan sonra Bariyerin Üstünde’den (On the Levee, bir LCT3 prodüksiyonu, 42. Cadde, Duke’te) böyle bir enerjinin sızdığını görmek oldukça tatmin edici.
İki buçuk saatlik bu tiyatro oyunu olağanüstü, genç yönetmen Lear deBessonet yazdı ve yönetti. Aslında ilk amacı, 19. yüzyılda Amerika’nın güneyinde bir botta geçen, eğlence dünyası ve ırk mevzuuyla ilgili olan 1927’nin hit müzikali Show Boat uyarlamasıydı. Bunu da sahne üstünde değil bir kısmı Katrina Kasırgası sonrası Mississippi, Greenville’de geçen bölgeye özel bir çalışma olarak uyarlamayı düşünmüştü. Tabi, orijinal oyun Broadway’de çıkmadan önce Show Boat’un final sahnesinin geçtiği yer olan Greenville, Cap’n Andy’nin seyyar gösterisinden daha büyük bir trajediyle sarsılmıştı: 1927’deki büyük Mississippi Seli. Bu sel felaketi, ABD tarihindeki en yıkıcı nehir taşmasıydı, deBessonet kendisi ve aralarında şair ve oyun yazarı Marcus Gardley, besteci ve söz yazarı Todd Almond, gösteri için birçok video hazırlayan sanatçı Kara Walker’ın da bulunduğu iş arkadaşları adına şöyle dedi: “Bizim de üstüne eğildiğimiz gariplik buydu”. Lear deBessonet’in ilk amacı başarıya ulaşmasa da maddi, ırksal ve ekolojik yıkımlarla ilgili zorlu bir eser ortaya çıkmış oldu.
Sahne kum torbalarıyla dolu, yağmur sesini duyuyoruz. Greenville’de 1927 baharı. Kasabadaki siyah adamlar nehrin taşmasını önlemekle görevlendirilmişler fakat durum umutsuz. Yağmur duracak gibi değil ve beyaz bir ustabaşı (Stephen Plunkett) aslında köle olan işçilerini yeterince hızlı çalışmadıkları için azarlarken gerilim artar: “Hadi kımıldayın biraz… Mississippi’nin koca bir gövdesi, koca bir ağzı var. Eğer gırtlağına yeterince çamur tıkarsak bu bariyeri yıkamaz. Şimdi kıçınızı kaldırın da yapın şu işi. Yeşilköy’ün (Greenville) yeşil kalması lazım.” Daha gösteriyi izlemeye başlayalı beş dakika olmasına rağmen Gardley zihinlerimize sadece savaş öncesi Güney deyimlerinin komik taklitlerini değil aynı zamanda onların yeniden yazımları olan derin, metafor dolu satırlar “tıkıyor”.
Sahne, bariyer kıyılarından, daha az çamurlu olan ve eski bir senatör ve kasabadaki en zengin adam olan Leroy Percy (Michael Siberry) tarafından yönetilen beyazların dünyasına geçiyor. Leroy bir parti veriyor. Burada Leroy’un şair oğlu Will’i (Seth Numrich) baştan çıkarmaya çalışan sosyete Petulia Croserie’yle (Maria Couch) tanışırız. “Ayol şuna bak” der Petulia, “Tüm Greenville’in en gözde bekârıysan ama nehir kenarındaki en güzel çiçekle dans etmiyorsan Güneyli değilsin demektir”. Ama Will’in kafası başka şeylerle doludur; hem entelektüel hem de cinsel bakımdan farklılığı gibi. Will arzuları yüzünden acı çekiyordur, oyundaki siyah kadın karakterler de öyle. Tıpkı siyah şarkıcı Rena’nın (oyunda bir kaç farklı tipleme oynayan Harriett D. Foy) bir gazinoda çoğunluğu erkek olan dinleyicilere şarkısında söylediği gibi: “Evet küçük bir kızken / Bir adamın hayalini kurdum / Yakışıklı / Ve nazik… / Ama şimdi sana bakıyorum da / Sana, sana, sana, sana / Ve sana / O adam değilsin sen!”
Almond’un dâhiyane sözleri ve müzikleri, karışık ve parçalı tarzlarıyla Hoagy Carmicheal şarkılarını hatırlatıyor. Tarih yarım yamalak bir şeydir ve biz onu hep yanlış anlarız. Walker’ın hazırladığı videolar fırtınada hayatta kalmaya çalışanları gösterirken deBessonet, Gardley ve Almond hayatları sonsuza dek birbirine geçmiş, tarihi ancak üzerinde yaşayıp yuva dedikleri, dağılıp giden kırmızı toprakla birlikte onları da yok edecekken hisseden, beyazlar ve siyahlar arasındaki yıpranan sosyal düzenin şiirselliğine odaklanıyor.