Kürt Romanının Yanı Başımızdaki Gözden Irak Dünyası
Barış Yıldırım
Kuşkusuz haklıdır Aijaz Ahmad, Jameson’a karşı çıkarken: “Üçüncü dünya” denilen koca coğrafyanın dört bir yanında, ağızdan çıkan her sözün, binlerce yazarın yarattığı binlerce karakterin birtakım ulusal meselelerin cisimleşmesinden, yani “ulusal alegori”lerden başka hiçbir şey olmadığına nasıl inanabiliriz?
Marksistler olarak bile -aslında tam da Marksistler olduğumuz için- gerçekliğin, düşünsel üretimi bu kadar dolaysız ve tümel belirlediğine nasıl ikna olabiliriz?
Ne ki, Kürt Romanı Okuma Kılavuzu‘nun (Abidin Parıltı ve Özlem Galip; Sel Yayıncılık) sayfaları ve yazarların ayrıntılarıyla ele aldığı onlarca romanın olayları ve karakterleri arasında dolaşırken Jameson’ın -Ahmad’ın teşhisiyle- ‘oryantalizm‘inin öyle hepten temelsiz olmadığını görüyor insan.
Tarihi 20. yüzyılla başlayan Kürt Romanı’nda yazılan hemen her şey Kürt halkının ulusal esaret, bu esarete karşı verdiği kavgalar ve ulusal kimliği ile kavgaları yüzünden yaşadığı zulümlerin söze bürünmüş hali; gerillaları anlatan romanlardan fantastik yahut psikolojik yanları ağır basan anlatılara kadar (aslında bu alegorik tutumun tarihi ta Ehmedê Xanî’nin Mêm û Zîn‘ine dek uzatılabilir).
Bunda anlaşılmayacak ne olabilir? Deleuze ve Guattari, azınlığın çoğunluk dilinde yaptığı “minör edebiyat”ın doğası gereği politik olduğunu söylüyordu. Azınlığın kendi yasaklı dilinde yapacağı edebiyat bu anlamda iki kat politik olacaktır.[1] Çünkü ulusal baskının en görünürdeki nesnelerinden biridir baskı altına alınan ulusun dili. Dolayısıyla o dilde yazılan her şey, hatta (Musa Anter’e verilen o ahmakça olduğu kadar “anlaşılır” cezayı hatırlayacak olursak) o “dilde” çalınan ıslık, çekilen halay, varlığa geldiği andan itibaren politik ifade biçimlerine dönüşüyor.
Kürt romanı en çok da ulusal ağrıları bireysel yaşayanları kahraman edinmiş belli ki. Kürt romanının “ulusal alegorisi” kimi zaman, bedenindeki bir sivilcenin kuyruğa dönüşeceğini düşünen (“kuyruklu Kürtler!”) Musa’nın korkusundaki gibi metaforik/simgesel (130), kimi zaman terk edilen diyarla özdeşleştirilen eski aşklardaki gibi dolayımlı (186) kimi zamansa kurtuluş kavgasında yaralı gerillanın çektiği acılar kadar doğrudan çıkıyor karşımıza.
Ağrılı bir ulusun ağrılı bireylerinin ağrılarını edebiyatta dile getirmeleri tam da eşyanın doğasından beklenebilecek bir şey. Üstelik bu yakınılacak bir şey olmak zorunda da değil; tam tersine, ulusallık ile evrensellik arasındaki telaffuz edildiği raddede anlaşılmış olmayan diyalektiğin en verimli işleyeceği toprak buralarda bir yerde olabilir. [2]
“Çok Uzak Fazla Yakın” Bir Edebiyat
Muhsin Kızılkaya, kitaba yazdığı önsözde (Harold Pinter‘ın “dağ dili” dediği) Kürtçenin dünyadaki üç bine yakın dil arasında edebiyat yapılan 76 dilden biri olduğu bilgisini veriyor.
Ancak diller bahçesinin bu nadide çiçeğinin balından dünyanın çoğunluğunu bırakalım Kürt dilini günlük olarak kullanan kitleler bile faydalanamıyor. Bunun temelde yine birbiriyle bağlantılı iki sebebi var:
- biri Kürtçenin üzerindeki “devletlerarası” baskılar,
- ikincisi ise öncelikle bu baskılar yüzünden, bu dilin edebiyatının serpilme fırsatı bulamaması.
Ancak her şeye rağmen Kürt romancılar, özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren dünya dillerine çevrilebilecek nitelikte eserler üretmeyi başarmışlar. Kızılkaya’nın sözleriyle,
“bir mucizeyi gerçekleştirmişler. Yasaklanmış, okullarda öğretilmeyen dili kendi imkanlarıyla öğrenip bin bir güçlükle, kâh anayurdundan uzakta, kâh sürgünün izbe odalarında, kâh hapishane koğuşlarında, kâh dağ başlarında romanlar, hikâyeler yazmakla yetinmemiş, o ürünleri pazarı olmayan, okuru ender, alıcısı yoksul bir kitleye de ulaştırmayı becerebilmişler.” (s.10)
Abidin Parıltı ve Özlem Galip üstesinden kolay gelinemeyecek bir işe girişmiş En az beş ayrı ülkede konuşulan bir dilin üç lehçesinde (Kurmancî, Zazakî, Soranî) yazılıp Ortadoğu ve Avrupa’nın onlarca ülkesinde yayımlanan yüzlerce roman arasından “gerek içerik gerek yazıldığı lehçe gerekse romanın formu bakımından kendi türünü temsil ettiğini” (11) saptadıkları onlarca romanı incelemiş, yirmi romancının çeşitli romanlarını konu, karakterler, olaylar dizisi ve yazım özellikleri açısından tartışmışlar.
Romanların kurgularının tartışılmasında Dokuz Eylül Üniversitesi’nde dramatik yazarlık eğitimi almış Abidin Parıltı‘nın, edebi boyutlarının tartışılmasında ise İngilltere’de edebiyat alanında lisansüstü eğitimini sürdüren Özlem Galip‘in izlerini daha güçlü sezmek mümkün.
Yazarlar ayrıca kitabın başına yerleştirdikleri ‘Kürt Edebiyatına Genel Bir Bakış’ başlığı altında bu hem Türkiyeli hem Kürdistanlı okura “fazla yakın” olduğu halde “çok uzak” edebiyatın sözlü edebiyattan medreselerde serpilen klasik edebiyata; adı Mevlana ve Hafız’la anılan Melayê Cizîrî’den kuşların öğrencisi ve dilbazı Feqiyê Teyran‘a; Xanî‘nin gölgesi bütün Kürt edebiyatına vuran epik başyapıtından ilk Kürt romanı olarak bilinen Sovyet Ermenistanlı Erebê Şemo‘nun Şivanê Kurmanca‘sına; Kürt edebiyatının korlarını 20. yüzyılda külleri altından çıkaran Qedrî Can, Nûreddin Zaza ve Cegerxwîn‘den Sidqî Hirorî, Helîm Yûsiv, Jan Dost, Mehmed Uzun gibi Kürt romanının doruklarına, yani bugüne kadar geçirdiği maceranın kısa bir anlatımını sunmuşlar.
Kitabın son ve en uzun bölümü olan ‘Kürt Roman Estetiğine Genel Bir Bakış‘ ele alınan romanlardaki tema ve konuları, form ve yapıyı, dilin kullanım biçimini ve yazarlarca ortaya çıkarılan kişiler, tipler ve karakterleri bir bütün olarak ele alıyor ve bu malzeme üzerinden vargılar üretiyor.
Kitabın sonunda Kürtçenin üç lehçesinden yayımlanmış ve yazarların ulaşabildikleri 242 romanın tam listesi de var. Kitabın en önemli kısımlarından olan bu emek-yoğun bibliyografyada mümkün olduğunca yayınevi ve yayım yıllarına da yer verilmiş, ama birçok roman da yalnızca adı ve yazarıyla anılmak durumunda kalmış.
Kılavuz‘u okurken bazı yer isimlerinin belleğime daha güçlü yerleştiğini hissettim.
- Bunlardan biri, Kürt romanının doğum yeri de olan Sovyet Ermenistan’ı; özellikle de dedemin ana dilinden türküler duyabilmek için altın değerindeki pillerini tüketmeyi göze aldığı radyosuyla Erivan. Devrim sonrasında uluslar kendilerini ifade edebilsinler diye binlerce alfabe yapan sosyalist yönetim olmasaydı Kürt edebiyatının bugünden çok daha geride olacağını anlıyoruz Kılavuz‘u okurken.
- İkinci mekan, birçok yazarın biyografisinde gözüme çarpan Mardin.
- Ve Kürt edebi sürgünlüğünün başülkesi haline gelmiş İsveç.
Haritadaki bu üç nokta olmasaydı, Kürt edebiyatının topografyasından çok farklı bir biçimde bahsediyor olurduk bugün, herhalde.
Politikanın “Tuzağı”
Varoluşuyla politik olan bir edebiyatı değerlendirirken düşülecek tuzakların en çetrefili de politika karasularında oluyor elbette.
Kılavuz yazarları, örneğin, “bütünüyle politik bir alanda yer almasına rağmen politik olanın tuzağına düşmeyen” (22) Kürt edebiyatçılardan bahsediyorlar; romanları eksik kılan şeyler arasında “fikriyatın daha önde olması, yani siyasi bir meseleyi propaganda düzeyinde ele alması”nı (31) sayıyorlar; “iyi olabilecek bir konunun yazarın fikriyatına kurban gitmesi”nden vb. (74) dem vuruyorlar. Şu soğuk savaş kokulu “komünist rejim” terimine tamah ederek tarif ettikleri Sovyetler Birliği’nden bir yazar için şöyle diyorlar örneğin:
“Nitekim bütün bir destanı roman formunda iyi anlatmasına rağmen son sayfadaki epilogunda yazar sosyalist gerçekliğe bağlı kalarak bu mesajını didaktik bir üslupla dillendirir. Kürtlerin direniş hikâyelerine dikkati çeker. Ama bu sayfa hiç olmasa da roman değerinden kaybetmez. Aksine daha çok değer kazanır. Her ne anlatılmak istenmişse romanın içinde, edebi estetiğe uygun olarak anlatılmıştır zaten.” (33)
Gerçekten de bir tuzaktır “politik olan”, özellikle de ona dışarlıklı duranlar için. Bence en çok da Kılavuz yazarları düşmüş bu tuzağa. Yalnızca sınıflı toplumların en temel iktidar gücü olan devletin nasıl ve kimlerce yönetileceği meselesi anlamında değil, ‘homo politicus‘ insanın genel olarak toplum içindeki somut varoluşu anlamında da politikanın sanatla ilişkisi hep netameli bir konu oldu.
Bu geniş anlamıyla (gündelik ve somut olan) ‘politika’nın sanatla ilişkisi konusunda üç tarihsel hat saptanabilir.
- Horatius’un Ars Poetika‘sından Rönesans’a dek uzanan ve sanatın asıl olarak bu somut konularda dersler vermenin bir aracı olduğuna inanılan ‘klasik’ hat.
- Bunun tam karşıtı olarak, sanatın kendisinden başka hiçbir amacı olmadığına ve/veya olmaması gerektiğine inanılan ve Kant’ın estetik anlayışında en sofistike ifadesini bulan ‘romantik’ hat.
- İnsan varoluşunun bütün alanları gibi, onu diğer bütün varoluşlardan ayıran siyasi iktisadi alanın sanatta her halükarda yer alacağını bilen ‘diyalektik materyalist’ hat.
Kılavuz yazarları, bu üç hattın neresinde duruyor?
Belli ki siyasal olanın edebiyattan nihai olarak sürgün edilmesini savunan ‘romantizan’ bir yerde değiller. Öyle olsaydı, neredeyse tümü politikayla sıkı ilişkiler içindeki bir külliyatı konu bile edinmezlerdi herhalde.
Yukarıdaki alıntılardan ve benzer birçok pasajdan anlaşıldığı kadarıyla, yazarlar, politikaya tadında kullanılması gereken bir tür baharat yahut çeşni gözüyle bakıyorlar: Bir tarafta hakkı verilmesi gereken ve asıl amaç olan sanat, diğer tarafta o sanatın zaman zaman ama mutlaka dozunda ve gerekli estetik “terbiye” işlemleri yaptıktan sonra kullanabileceği siyaset içeriği. Bir tarafta kendinde amaç ve estetik töz olan eser, diğer tarafta ondan apayrı duran bir soyut “fikriyat.” Sosyalist gerçekçilik ise yazarların gözünde “olumlu kahraman”, “slogan edebiyatı”, “sanatın politikaya kurban edilmesi” gibi bazı nahoş şeylerle yan yana duruyor.
Gorki’den Mayakovski’ye, Lukács’tan Brecht’e çok farklı biçimlerde sanat eseri ve teorisi üreten sosyalist gerçekçiliğin içindeki damarlardan sadece birinin üstelik kabaca algılanışının koca bir akıma mal edilmesi galatı meşhurunu öyle birkaç paragrafla düzeltilmeyeceğinin çoktandır farkındayım. Ama insanın toplumsal varoluşunun en önemli veçhesinin o varoluşun başka bir veçhesinde -politikanın sanatta- sadece sos muamelesi yapılmasına karşı itirazları ne kadar sık dile getirsek az kalır.
Kılavuz yazarları yalnızca politikaya ilişkin boyutuyla değil genel olarak da edebi ve estetik eleştirilerinde kolaycılığın tuzaklarına düşüyorlar. Bir dizi kalıp eleştiri neredeyse bütün romanlar için tekrarlanıyor: Olaylar dizisindeki boşluklar, tüm kişiliklerin yazarın sözcüsü olmaları, olumlu/güzel karaktere karşılık olumsuz/çirkin karakterler, propagandif söylem vs. Olumlu değerlendirmeler ise genelde dilin başarılı ve zengin kullanımına ilişkin. Biçimsel eleştirilerin önemli bir kısmı da kendinden menkul, en azından tartışılmaya ve açılmaya muhtaç bir takım önvarsayılmış “handikap”lara, birçoğu sanat tarihince defalarca tartışılmış estetik önkabullere dayanıyor.
Yazarların dile getirdiği sorunların var olmadığını söylemiyorum elbette. Yalnızca benim -yazarların aksine- çok sınırlı olan Kürt edebiyatı okumalarım değil kitapta verilen kapsamlı örnekler de bu eleştirileri doğrular nitelikte. Ancak edebi eleştiri, ufkunu bu birkaç biçimsel tespitle sınırlayabilecek bir şey değil. Biçim eleştirisi ancak dört yanı sıkıca zemine basan bir düşünsel çerçeve içinde bir anlam ifade ediyor.
İyi olan neden iyi, kötü olan neden kötü? Hangi sanatsal, kültürel, siyasi, coğrafi, ulusal ve ulus-aşırı etkileşimler bu iyi’ye ve kötü’ye hangi fırça darbelerini vuruyor?
Bu sorulara yanıt değilse bile bir yanıt zemini oluşturabilecek ve “perspektif”, “eleştiri akımı” ya da “estetik ideoloji” gibi adlar verilebilecek bu çerçevenin eksikliği Kürt Romanı Okuma Kılavuzu‘nun en önemli sorunu gibi duruyor. Kitabın son bölümünde kitap boyunca ele alınan romanların ve dahasının ayrıntılı değerlendirmesi, kapsamlı tarifleriyle bu sorunun yoğunluğunu en azından deskriptif bakımdan seyreltiyorsa da eleştirel tutumdaki yüzeyselliklerden kurtulmayı başaramıyor.
Kılavuz, bütün bu sorunlarıyla birlikte, bize, yanı başımızda durduğu halde yerin yedi kat altındaymış gibi yabancı kılınmış zengin bir edebiyata bir giriş kapısı yarattığı için içten bir selamı hak ediyor.
Zengin bir sözlü kültürden adları Mevlana, Hafız gibi klasiklerle birlikte anılan isimlere; mitoloji, efsaneler ve masallar gibi cevherlerden büyülü gerçekçilik, sosyalist gerçekçilik, postmodernizm gibi çağdaş edebiyatın doruklarına önemli bir yelpazeyi diğer büyük edebiyatlara kıyasla çok daha az sayıda eserle kapsamayı başarmış Kürt edebiyatı, bütün dillerden okurlarını bekliyor.
Kılavuz, hiçbir şey için değilse bile daha özetlerine bakar bakmaz bir an önce okumayı dileyeceğimiz yazarlar ve romanlarla tanıştırdığı için okunmaya değer.
Mesele Dergisi’nin 57. Sayısında (Eylül 2011) yayımlandı, web’de kolay okumaya yönelik düzenlendi.
___________________________
(1) Kürt ulusu bağlamında ‘azınlık’ın siyasi olarak yanlış terim olduğunun farkındayım. Terimi yalnızca Deleuze ve Guattari’nin terminolojisine atıfla, “üstünü çizerek” kullanıyorum.
(2) Bu noktada Jameson’ın ‘ulusal alegori’ kavramıyla Aijaz Ahmad’ın buna ilişkin itirazlarının romanın kaynakçasında, dolayısıyla tartışmaları arasında yer almaması kuramsal bir zaaf bence.