Mehmet K. Özel
Sam Mendes, Shakespeare’in beş perdelik “Kral III. Richard’ın Trajedisi” adlı oyununu, IV. Perdenin 2. Sahnesinden ikiye böler; Gloucester Dükü’nün Kral III. Richard olduğu noktadır burası. Yani; Sam Mendes’in “III. Richard”ı, Gloucester Dükü’nün kral olmasının öncesi ve sonrası olmak üzere ikiye bölünmüştür.
İçerikteki bu kökten değişimin -bir anlamda kırılmanın- altı, sahne tasarımı (Tom Piper) ve ışık tasarımı (Paul Pyant) ile de çizilir, belirginleştirilir. Gloucester Dükü kral olmadan önce; entrika da yapsa, adam da öldürtse, yine de bir dereceye kadar düzen hüküm sürmektedir. Gloucester kral olduktan sonraysa, etrafında estirdiği vahşetin haddi hesabı yoktur; kraliçesi olsun diye ne diller dökerek evlendiği Lady Anne’i, kendisine rakip olmasınlar diye iki çocuk yaştaki akrabasını, başından beri entrikalarına alet ettiği yeğeni Buckingham Dükü’nü arka arkaya gözünü kırpmadan öldür(t)ür. Düzen anarşiye, sağduyu tekinsizliğe teslim olmuştur.
Öncesinde; sahne üç tarafı aynı yüzeylerle kaplı, kapalı bir mekandır; tanımlıdır, sınırları bellidir. Öncesinde; ışık, zeminde dikdörtgen alanlar belirler, o tek büyük mekan içinde küçük mekanlar kurar. Işıkla sınırları belirginleştirilmiş bu mekanlar da tanımlıdırlar. Işık aynı zamanda oyun kişilerini de aydınlatır.
Sonrasında; sahnenin arka yüzeyi kalkar, sahne iki yanda perspektife boyun eğen yüzeylerle sonsuzlaştırılır; ucu bucağı, sonu gözükmez olur; tanımını kaybeder; görünmeyen bir boşluğa doğru uzanır. Işıklar ise; artık zeminde tanımlı alanlar oluşturacak şekilde düşmemeye başlar; yanlardaki duvarların üzerinde kesik, kırık, çarpık alanlar oluştururlar, zeminde tanımsız üçgenlere dönüşürler. Işık artık oyun kişilerini de aydınlatmamakta; onlardan bağımsız, gerilimli ve tekinsiz bir atmosfer oluşturmaktadır. Lyonel Feininger’in tablolarını andıran, ekspresyonist bir atmosferdir bu.
Oyunun ilk dakikalarında arka duvara yansıtılan siyah beyaz “haber görüntüleri”nin ve kostümlerin, çok açık bir şekilde belirtilmeden tarihledikleri dönem de zaten ekspresyonistlerin dönemidir; iki dünya savaşı arası. Kötülüğün kol gezdiği, diktatörlerin Avrupa’yı avuçlarının içine almaya başladıkları acılı dönem.
Oyunun hemen başında, haber görüntülerinin projeksiyonunun ardından, sağ yüzeyde açılan bir kapıdan sahneye sızan ışıkla sol taraftaki yüzeyde devleşen Gloucester Dükü’nün gölgesi de zaten, Wiene’nin 1920 yapımı “Dr. Caligari’nin Muayenehanesi”nden veya Murnau’nun 1922 yapımı “Nosferatu”sundan fırlamış gibidir.
Oyun boyunca neredeyse hiçbir rengin kullanılmaması, hatta bazı sahnelerdeki kostümlerde çok bariz olarak sadece beyaz, gri ve siyahın tercih edilmesi (örneğin Londra Kalesi’nde geçen 4. Perde 1. Sahne’de üç kadının da siyah giydirilmesi); oyuna 20. Yüzyıl başı siyah-beyaz-sessiz film atmosferi katar.
Birinci perde 3. Sahne’de Kraliçe Elizabeth şarap rengi, 5. Perde’de Richmond kırmızı bir kostüm giyerler, onun dışında kıyafetler beyaz, siyah, gri, füme ve koyu kahverengidir.
Işık ise, sadece Kraliçe Margaret’in sahnelerini maviyle boyar.
İçerik olarak bu kadar kanla yıkanmış bir oyunda vahşetin rengi kırmızının ve kötülüğün rengi yeşilin hiçbir sahnede kullanılmaması şaşırtıcı olduğu kadar, kolaya kaçılmadığında ne kadar etkili bir atmosfer yaratılabileceğinin isabetli bir kanıtıdır; bizim bazı tiyatrocularımız içinse, umarım “eğitici ve öğretici” olmuştur.
Mendes’in “III. Richard”ında ışığın kullanımı özellikle etkileyici ve nefes kesiciydi. Birinci Perde 4. Sahne’de Clarence’ı öldürmeye gelen katillerin kararsızlığının, iyilik ile kötülük arasında gidiş-gelişlerinin, vicdan muhasebelerinin bu kişilerin gölgelerinin arka duvara çifter olarak düşürülerek anlatılması, en az başlangıç sahnesinde Gloucester Dükü’nün tüyler ürpertici devasa gölgesi kadar, oyun kişilerinin iç dünyalarını yansıtması bağlamında betimleyiciydi. Katillerin içlerindeki iyiyi yenip, Clarence’ı kesin olarak öldürmeye karar verdiklerinde gölgelerinin teke inişi de anlamlıydı.
Sam Mendes’in “III. Richard”ının bir diğer etkileyici öğesi sahne tasarımının başat öğesi kapılardı. Zira sahne tasarımı bütünüyle kapılarla kaplı yüksek duvarlardan oluşturulmuştu.
Kapalı kapılar, arkalarında dönen dolapları, entrikaları, kötülükleri ifade ediyorlardı. Hem de -her insanın (oyun kişisinin) sahip olduğu kendi mekanını (iktidarı) tanımlayan en bariz öğelerden biri olarak- oyun kişileri teker teker öldürüldükçe üzerlerine çizilen çarpılarla işlev kazanıyorlardı. Ve oyunun sonunda entrikaların, kötülüğün simgesi Richard öldürüldüğünde bütün kapıların açılması hem mizansen olarak etkileyici hem de anlamlıydı.
İkinci Perde’de, Richmond’a karşı gireceği savaş öncesinde Richard’ın düşünde oyun boyunca öldür(t)düğü kişilerin hayaletlerini gördüğü sahnenin, kısa kenarlarından birinin ucunda Richmond’un diğerinde Richard’ın oturduğu upuzun bir şölen masasında geçmesi; masanın seyirciye görünmeyen tarafında gizlenmiş ışıklarla aydınlatılan hayaletlerin şölen (ölüm) masasında Richard’a kadeh kaldırmaları; hemen ardından gelen savaş sahnesinde ölüm davullarını, yine bu hayaletlerin çalması gibi fikirler ise yönetmen Sam Mendes’in başarılı ve nefes kesici rejisinden sadece bir-iki küçük örnek.
Ancak, 180 dakikalık oyunun sahnelemesindeki birbirinden etkileyici, pırıltı dolu fikre rağmen, Sam Mendes’in “III. Richard” yorumu on ikiden vuramıyor; kaçırılmış bir fırsat olarak kalıyor.
Her ne kadar oyun kitapçığındaki Spacey ve Mendes ile yapılan söyleşide ikili, Kaddafi ve Mübarek gibi isimleri anarak, Shakespeare’in çizdiği iktidar figürünün bütünüyle ve eksiksiz olarak modern diktatörleri betimlediğinden bahsetseler de; ve yine oyun kitapçığında hemen bu söyleşinin ardından gelen makalede Dikmen Gürün, Sam Mendes’in “III. Richard”ının zamansızlığı ile Arap Baharı’nın devirdiği diktatörler arasında bağlantı kursa da; bana kalırsa Sam Mendes’in yorumu modern diktatörlerin otopsisinden çok, son 10-15 yılda iyice popüler olmuş efsanevi, masalvari, mistik ve gizemli edebiyatın (filmlerin, romanların, falcıların) izinden gidiyor.
Mendes, oyunun özgün halinde olmadığı halde, oyunun -adı konmamış- “cadısı” Kraliçe Margaret’i, oyunun başında ettiği lanetin gerçekleştiği her olayda (her ölümde) ortaya (sahneye) çıkartarak; diğerlerinin ve en sonunda III. Richard’ın ölümlerinin nedenlerini, olayları psikolojisini irdelemek yerine, III. Richard’ın vahşet dolu entrikalarını Kraliçe Margaret’in lanetinin, bedduasının getirdiği kaçınılmaz bir son(uç) olarak sunuyor.
Mendes Kraliçe Margaret’e, Shakespeare’in ancak “Macbeth”te cadılara yükleyeceği anlamı, önemi, işlevi yüklüyor: sanki III. Richard, Kraliçe Margaret’in bedduasına yazgılıdır. Sanki bu yenilgide; bilinçlenmiş, ayaklanmış ve bileklerinin gücüyle savaşarak “kötü”yü yenmiş olan Richmond ve taraflarının başarısının hiçbir anlamı yoktur. Böyle olunca da Mendes’in “III. Richard”ında ne Arap Baharı’nın esamesi okunur, ne de modern diktatörlük portresinin. Ne de günümüzde dünyada hala “bazı” ülkelerde adını diktatörlük koymadan yapılan bir dolu icraatın Shakespeare tarafından 400 yıl önce mükemmelen kaleme alınmış -örneğin aşağıdaki- haline hakkıyla dikkat çekilir:
“Kral III. Richard
3. Perde 6. Sahne
Yazıcı
İşte iyi kalpli Lord Hastings hakkındaki iddianame!
Yasal bir belge olarak yazılıp düzenlenmiştir.
Bugün Aziz Paul Katedrali’nde okunacak ve
Dikkat buyurun, he şey birbirini ne kadar tutuyor.
Sayın Catesby dün gece yollamıştı müsveddesini
Temize çekmek tam on bir saatimi aldı. Oysa
Bunun beş saatinde Hastings sağ ve salimdi.
Suçlanmamış, serbest, yargılanmamış ve özgür…
İşte günümüzde böyle dönüyor dünyanın işleri,
Dönenleri görmemek için aptal olmak gerekir,
Yine de gördüğünü açığa vurmak için yürek ister.
Bunca insan bütün bu kötülükleri gördükleri halde
Seslerini çıkarmaya cesaret edemiyor ise, dünyanın
Gidişi pek berbat olacak demektir.”
William Shakespeare
(Çeviri: Ali H. Neyzi)
Mitos Boyut, tiyatro/oyun dizisi 180, 2004
Mendes’in mistisizme, masallara, cadılara ağırlık veren tercihinin beni mutlu eden tek tarafı ise; çocukken pazartesi akşamlarını iple çekmeme neden olan BBC yapımı o benzersiz “Dük Caddesi Düşesi” dizisinin başrol oyuncusu Gemma Jones’u yıllar yıllar sonra canlı olarak görmek ve o mükemmel oyunculuğunu sahnede daha uzun süre seyretmek oldu.
Kevin Spacey ise tabii ki mükemmeldi; tartışmasız! Spacey bir ayağı sakat, olağandışı şüpheli Keyser Söze’den, yedi ölümcül günahın anonim celladı’ndan beri III. Richard’ı içinde taşıyordu zaten. Sahnede olduğu her bir an büyüleyiciydi; her bir mimiği, her bir duruşu, her bir hareketi, her bir gestusu hayran hayran seyredilesiydi. Bir de keşke o ve diğer oyuncular, oyunun son yarım saatinde avaz avaz bağırmasalardı!
1 Yorum
Elinize sağlık. Oyunu izleme olanağım olmadı, keşke görebilseydim diye yerinirken, makaleniz önümde derin ufuklar açılmasına neden oldu. Sahne tasarımı ve ışık konusunda verdiğiniz detaylarla oyun zihnimde akmaya başladı. Gölgelerle anlamdırılan ve vurgulanan sahnelerin olması, kendi adıma sevinmeme neden oldu. Şöyle ki, yayımlanan son oyunumda ben de yönetmen olsaydım ilk iki sahnede gölgeleri kullanmak isterdim. Yine de yönetmenlerin işine fazlaca karışan çok bilmiş bir oyun yazarı olmamak için, baştan “gölge adam” olarak nitelediğim kişileri dahi “mülteci”ye çevirmek gereğini hissetmiştim. Ama oyunu yazarken aklımda akan bazı sahnelerin belli bölümlerinde hep gölgeler vardı, mültecilerin gölgeleri. Evet, ışık, gölge ve seçilen renkler, sanki oyunun ruhu. Öte yandan seyredilmemiş oyunlar hakkında Mimesis makaleleri yoluyla edindiğim kazanımlar ya da hayal dünyamı çalıştırmaları da ayrı bir güzellik. Teşekkür ederim. emel dinseven