Tiyatrokare, 20. sanat yılını hazırlıklarını yaptığı üç yeni proje ile kutluyor. ‘Onca Yoksulluk Varken’, ‘Sinek Kadar Kocam Olsun Başımda Bulunsun’ ve ‘Ekşi Kabare’, bu sezonun en çok ses getirecek yapımları arasında gözüküyor. Ekip, 1 Ekim’de ‘Perde!’ diyecek
Tiyatrokare yeni çalışmaları dışında, geçen sene seyirciden büyük ilgi gören iki oyunu ‘Büyük İkramiye’ ve ‘Leyla’nın Evi’ni de sahnelemeye devam edecek. Nedim Saban’la Tiyatrokare’nin çalışmaları ve tiyatro dünyası hakkında konuştuk.
Bu yıl Tiyatrokare’nin 20. yılı, özel bir kutlama yapıyor musunuz?
Özel kutlamamız herhalde artık yavaş yavaş tiyatrodan çekilmek olur (kahkahalar), çünkü ‘Müziksiz Evin Konukları’yla temalar çok uyuyor; orada da yaşlı bir kadın bir çocuğu eğitiyordu, 20 yıl sonra seçtiğimiz oyunda da bir yaşlı kadın bir çocuğu eğitecek… Ben hakikaten büyük bir yorgunluk hissediyorum, Türkiye’de tiyatro yapmak bir taş atmak gibi, belki onun verdiği bir duygudur. Ayrıca anılarımı yazacağım bir kitabın hazırlıkları içindeyim.
Anılarınızı kaleme almak için henüz erken değil mi?
Tiyatrokare’nin 20., benim de 30. yılım profesyonel sanatçı olarak… Tiyatrokare olarak bugüne kadar çok çeşitli oyunlar oynadık. Bir ‘Zeki Müren Müzikali’den tutun ‘Picasso ile Einstein’ gibi absürd bir oyun, ‘Salı Ziyaretleri’ gibi bir insanlık dramı, ‘Müziksiz Evin Konukları’ gibi bir aile komedisi, ‘Salaklar Sofrası’ gibi bir vodvile kadar birçok oyun sahneledik. Bu yıllar boyunca bizi ayakta tutan çok güzel bir çeşni sunduğumuza inanıyorum, bütün Türkiye’yi kapsayan iyi bir seyirci kitlemiz oluştu. Bizim stratejimiz Güneydoğu Anadolu ile başladı. İlk oyunumuz ‘Müziksiz Evin Konukları’nı ilk kez Elazığ’da sahnelemiştik. Hatta o zaman Neil Simon ile konuşmuş ona “sen çok Yahudilere özgü bir oyun yazıyorsun” demiştim, o da “merak etme sorun olmaz, bu oyun Japonya’da bile oynuyor” demişti.
Dolayısıyla tüm oyunlarımızın böyle evrensel bir mesajı oldu. Ayrıca bu rollere hayat verebilecek en saygın sanatçılarla çalıştık. Bu yıl repertuarımız daha da iddialı, şöyle ki bir kabare tiyatrosu geleneği kurmak istiyoruz. Bildiğiniz gibi tiyatrolar küçüldü gittikçe, 50–60 kişilik odalarda kabareler yapılıyor. Biz de modern bir kabare yapma adına Ekşi Sözcükçülerle çalışmaya başladık.
İkinci ve asıl prodüksiyonumuz ise ‘Onca Yoksulluk Varken’. Çok sevdiğimiz ve Simone Signoret’nin oynadığı bir barış eseri… Bir roman uyarlaması olan bu oyun, Fransa’nın Arap mahallelerinden birinde, evini açarak, anneleri fahişelik yapan çocukların hayat mücadelesine destek olan Yahudi bir kadının öyküsü ile onun, hem annelik, hem babalık yaptığı 14 yaşındaki Arap bir çocukla kurduğu sıra dışı dostluğu anlatıyor. Bildiğiniz gibi yazarı, ünlü bir edebiyatçı Romain Gary, Fransa’da her yazara ancak bir kez verilen Goncourt Edebiyat Ödülü’nü, Emile Ajar sahte adını kullanarak bu romanıyla ikinci kez kazanmış tek kişidir. Repertuarımıza aldığımız bir de Hatice Meryem’in kadınları anlatan bir romanı var: ‘Sinek Kadar Kocam Olsun Başımda Bulunsun’. Zamanımız yeterse onu da sahneleyeceğiz.
Bunun dışında eski oyunlarımız devam edecek. Ayça Varlıer’in Roxy rolüyle tüm oyunculuk ödüllerini aldığı ‘Leyla’nın Evi’, davet edildiği yurt dışı festivallere gitmeden önce kısa bir süre daha İstanbul’da sahnelenecek. Komedi dalında yine bize değerli ödüller kazandıran ‘Büyük İkramiye’ de, ki bu benim Türkiye’ye adapte ettiğim Jean Marie Chevret’in Fransa’da çok gişe yapan bir eseridir, devam edecek. Esas olarak Türkiye’de paranın nasıl el değiştirdiğini anlatan bu oyun, seyirci tarafından çok sevildi.
Bir de, bilindiği gibi çocuk oyunlarından geldim ben. O yüzden bizim ‘Birimiz Hepimiz, Hepimiz AKUT’ adında, Liberty Sigorta desteğinde sunduğumuz bir çocuk oyunumuz var. Sosyal sorumluluk projelerine her zaman açığım. Ayrıca gezemeyen çocuklar için, biraz turistik bir teması olan, özgün küçük tiyatro eserleri de olacak. Benim derdim genç seyirciyi tiyatroya kazanmak. O yüzden çocuk tiyatrolarını çok önemsiyoruz.
İsterseniz biraz da ülkemiz tiyatrosundan söz edelim; sizin de bildiğiniz gibi son yıllarda küçük küçük birçok oda tiyatrosu kuruldu ve oldukça da ilgi görüyorlar…
B u çok hoş bir durum çünkü Türkiye’de yavaş yavaş bir ‘Off Broadway’ oluşuyor. Mesela ben Türkiye’ye geldiğimde ilk olarak ‘Müziksiz Evin Konukları’nı oynamıştık. Salı akşamüstleri de Frank Wedekind’in ‘Bahara Uyanış’ adlı gençlik oyununu oynuyorduk ama seyircinin kafası çok karışıyordu. Dolayısıyla seyircileri spesifize etmek için yeni oyunlar, yeni ekipler, müthiş oyuncular çıkıyor. Bütün bunlar tiyatroya can veriyor, tiyatroyu sağlamlaştırıyor. Ama tabii ki tiyatro bu da değil özellikle biraz kitlesel bir şey yapmak isterseniz… Mesela ‘Leyla’nın Evi’ni 140 oyunda 70 bin kişi izledi. Bu da çok önemli çünkü insanlar bilet başına 50 TL ayırıyorlar bütçelerinden. Ama bu gençleri çok beğeniyorum özellikle Yiğit Sertdemir’i (Altıdan Sonra Tiyatro). DOT da aynı şekilde… Güzel şeyler yapıyorlar, deniyorlar.
Tiyatrokare denince doğal olarak akla hemen Nedim Saban geliyor. Oyunların çoğunu siz yönetiyorsunuz, repertuara da siz mi karar veriyorsunuz?
Gerçekten sene içinde çok oyun okuyor ve izliyorum. Önemli olan repertuarın çağdaş bir çizgi taşıması… Özellikle son beş yıldır dünya o kadar çabuk değişiyor ki, hele sosyal medyayla da, oynadığınız bir oyun kendinize demode gelmeye başlıyor. Bunun için biz daha çok roman uyarlamalarıyla ilgileniyoruz, konuyu daha kapsamlı işledikleri için; bunda tiyatro yazarlarının birçoğunun artık televizyon için çalışmalarının ve daha yüzeysel işler çıkartmalarının da payı var kuşkusuz. Bu sene de, bir tesadüf değil tabii ki, üç tane roman uyarlaması oynuyor Tiyatrokare.
Bir de dizi hazırlığınız var sanırım…
‘Leyla’nın Evi’ni dizi olarak çekeceğiz. Zülfü Livaneli başta tiyatrodan da biraz ürktü, ilk tiyatrosuydu çünkü. Ancak bu kadar büyük başarı kazanınca ve dünyanın her tarafından bu kadar ilgi görünce dizi haklarını da bize verdi. Zaten ben de televizyona bir dönüş yapmak istiyorum. Tatlıcı Tombak’taki ticari çalışmalarımı CEO’larım yürütüyor, ben yönetim kurulu düzeyindeyim. Kendi mesleğimi yapmak istiyorum ama giderek zorlaşıyor tabii. Çok rekabet var, beklentiler çok farklı.
Yurt dışında da tiyatroyu takip ediyorsunuz, burasıyla mukayese etseniz, mesela Fransa ile, neler söylersiniz?
Dizilerde çok ilerdeyiz. Tiyatroya gelince, Fransa’da en son Avignon’daydım, oyunları demode buldum ama seyirci çok dinliyor. Bizim seyircimizde ise bir görsellik merakı var, tiyatro ise dinlemeyi gerektiriyor. Seyircimizde de tıpkı demokrasimizde olduğu gibi bir dinleme eksikliği var.
Siyaset sanatı ne kadar etkiler?
Bir kere mutlaka etkiler. Aksi mümkün değil! En önemlisi de “yazmayayım, bulaşmayayım” diyerek yapılan oto sansür. Mesela bakıyorsunuz hiç politize olmamış çok sayıda insan dizilerde başrolde. Daha siyasileşmiş sanatçılar ise maalesef yalnızlaştırılıyor. Siz de o yalnızlıktan dolayı kitle psikolojisine uyuyorsunuz, yani kişisel fikriniz çok önemli olmuyor. Bunun bir sanatçı için ciddi bir tehlike olduğunu düşünüyorum yani istediğinizi yazamamak ya da süsleyerek yazmak durumunda kalmak. Ama tabii ki sanat her akla geleni yazmak değildir, onu da biraz rafine etmek lazım ama o süreci sanatçı belirler. Bunun dışında sanatçı günlük siyasetten uzak durmalı çünkü günlük siyaset çok basit bir şey; petrole, altına, borsaya endeksli bir olgu. Oysa insanın mutluluğunu arıyorsak sanatta o çok derin, Schopenhauer’dan Marks’a uzanan bir kavram.
Basında, işiniz dışında, sizinle de ilgili haberler okuyoruz ara sıra…
Evet, bazı haberler çıktı. Türkiye’de sanatçılar birbirini sevmiyor. Ben isterim ki, hep oyunlarım yazılsın. Eleştirilere açığım, ama olay kişileştirilip, şahsınıza hakaret ediliyorsa ve hukuk açısından bu bir suç teşkil etmiyorsa bu durumda ayrışmak çok kolay oluyor. Mesela tuhaftır bizim çok ilgi gören projelerimiz nedense çok saldırıya uğradı ve bunların dozu şimdi medyanın ve sosyal medyanın çirkefliği ile de arttı. Bunları çok ciddiye almamak lazım çünkü bana göre sanatçının gerçek dostu olmadığı gibi gerçek düşmanı da yok! (Tuna Saylağ)