Mimesis Çeviri – Edward Albee, Büyük Amerikan Oyun Yazarı tanımını karşılayan bir yazar. Eleştirel komedisi A Delicate Balance [Hassas Denge] yeniden sahneye koyulurken, 83 yaşındaki Albee, Tim Martin’le şöhreti, tiyatronun anlamı ve JS Bach’a borcu üzerine konuştu.
The Telegraph, 01 Mayıs 2011, Çeviri: Elif Karaman
Oyun yazarı Edward Albee o günkü ders saatleri başlamadan önce bir saatini telefonda geçirdiği Texas’ta; telefondan gelen sert ve ukala sesi “Size öncelikle bir şey hatırlatayım” diyor. “Hatırlatmaya ihtiyacınız olmayabilir, ama birçok insanın ihtiyacı var. Bir oyun yazarı ya da herhangi bir yaratıcı sanatçı, eseri neyse odur. Biyografi eğip bükebilir ya da vurgunculuk yapabilir. Halbuki eser o kişinin özüdür”.
20. yüzyılın en iğneleyici teatral metinlerinden bazılarının yazarı olan adamla kavga etmek elbette kolay olmayacaktı. Takdir edersiniz ki, bu bir röportaj için de pek hoş bir durum değil. Gel gelelim, belki hala kavgacı başyapıtıyla, Who’s Afraid of Virginia Woolf? [Kim Korkar Virginia Woolf’tan?] ile tanınan 83 yaşındaki Albee, dünyayla ve eserleriyle, yarı yaşındaki yazarları imrendirecek kadar içli dışlı.
Düzenli olarak kendi oyunlarını yönetiyor. Yazmaya devam ediyor: son çalışması, ilk kez 1959’da sahnelenen ilk oyunu The Zoo Story’ye [Hayvanat Bahçesi Öyküsü] tek sahnelik bir ekleme. Albee her baharını Houston Üniversitesi’nde genç oyun yazarlarını eğiterek geçiriyor: “Onlara, tiyatro tarihini araştırmanın, dünyayı sürekli değiştirmeye çalışmak anlamına geleceğini hatırlatmaya çalışıyorum”, diyor.
Röportaj yapmamızın bir nedeni de, Londra’daki Almeida Tiyatrosu’nun gelecek hafta A Delicate Balance’ın yeni versiyonuna ev sahipliği yapacak olması. Albee’nin ışıltısı ve fenalığı bu salon komedisinde kendini gösteriyor.
Albee’nin büyük başarısı Who is Afraid of Virginia Woolf?’tan 4 yıl sonra, 1966’da yazılan oyun, Agnes ve Tobias isimli iki zengin banliyölünün, evde sarhoş ve uykusuz geçirdikleri bir hafta sonunu konu ediniyor.
Oyun, Agnes’in alkolik kız kardeşine, şımarık ve birçok kez boşanmış olan kendi kızlarına ve adını koyamadıkları (klasik Albee tuhaflığı içinden) bir korku yüzünden evlerinden çıkmak zorunda kaldıkları iddiasıyla çıkagelen iki arkadaşlarına ev sahipliği ederken, iki ev sahibimizin evliliklerinin medeni maskesi düşüyor ve kadersizlik, ihanet ve acıyla dolu gerçek hikayeleri açığa çıkıyor.
Albee’nin çoğu oyununda olduğu gibi, bu durum komedisi bir oyuncu için büyük bir zevk. Çekişmeli ve şık diyaloglarının müzikalitesi tamamen göz önünde. Ayrıca senaryo ustalık ve gerçekçiliğin gelişkin bir karışımı; iğneleyici kreşendolar, şiddetli aparlar ve kesilip birden başlayan atışmalarla dolu.
Bu yüksek teatrallik, Albee yetmiş ve seksenlerde halkın gözünden düştüğünde, ona yöneltilen başlıca eleştiri noktasıydı, fakat bugün heyecanlı ve çok eğlenceli bir gece yaratıyor.
Albee bunun tiyatro için çok gerekli olduğunu söylüyor: “Yapmacık diye bakılır ama dramada diyalog günlük hayattakinden daha gerçektir. Arkadaşlarınızla bir saatlik bir konuşmanızı kaydedin ve birkaç oyuncu kiralayıp onlardan bunu sahnede oynamalarını isteyin. Seyirci ne der biliyor musunuz? ‘Kimse bu şekilde konuşmaz’ der”.
“Öğrencilerime diyorum ki, eğer bir oyunun yapısı hakkında bir şeyler öğrenmek istiyorsanız, Bach’ın prelüt ve füglerini dinleyin. Sekiz on yaşlarındayken keşfettim klasik müziği ve dinlediğim müziğin doğasından yola çıkarak dramatik yapının doğası hakkında bir şeyler öğrendiğimi düşünüyorum. Bazen kendimi bir bestekar olarak gördüğümü söyleyebilirim”.
Albee’nin oyunları ve yetiştirilme tarzı arasındaki ilişkiye dair çok şey yazılıp çizildi. Doğduktan kısa bir süre sonra New York’taki bir vodvil imparatorluğunun milyoner mirasçısı Reed Albee ve onun sosyetik eşi tarafından evlatlık edinildi. Dediğine göre bu ayrıcalıklı çocukluk hayatı kaçmak istediği bir şeymiş, fakat mutsuzluğun onu yazmaya ittiği gibi basmakalıp düşünceleri de saçma buluyor.
“Çok mutlu bir hayatım oldu”, diyor. “O ortama ait olduğumu hiç hissetmedim, dolayısıyla beni hiç incitmedi. Bu insanlar kim, benimle alakaları ne, diye düşünürdüm. Belki de buna rağmen büyüdüm. Bu insanlarla beraber büyümek beni muhafazakar biri haline getirmedi: onlara karşı nesnelliğim muhafazakarlıktan hoşlanmamamı sağladı”.
Hala sağlam bir cumhuriyet karşıtı. “Bence bu ülkede ahlaki, politik ve entelektüel anlamda çok kötü durumdayız ve bu konuda çok endişeliyim”. Politik kızgınlığının bir kısmının dramaya doğru aktığını söylüyor.
A Delicate Balance “istemeden büyüdüğüm ve imkan bulur bulmaz terk ettiğim bu sınıfla, toplumsal ve politik yapıyla ilgili”. (Yazılıp kovulduğu birkaç pahalı okuldan sonra, evden ayrılıp New York’taki Greenwich Village’da sanatsal kariyerine başladığında ergenliğinin sonlarındaydı.)
“Diğer yandan oyun insanların ne olduklarıyla da ilgili. İnsanlar kendilerine yalan söylüyorlar. Kim oldukları, kendilerine ne gözle baktıkları aslında asıl mesele. Kendi hakkımızda tarafsız olamamamız asıl mesele.”
Kişi katkısız bir kinizm konumundan oyun yazabilir mi, diye soruyorum. “Buna kinizm demezdim. Buna tarafsızlık derim ben”. Bir süre sessiz kalıyor. “Ben bir tezle başlayıp bu tezin altını doldurmak için, içine karakterleri serpiştirmem. O karakterleri neden yazdığımızı keşfetmek için yazarım”. Yine bir duraksama. “Çoktan aldığım kararları kendime itiraf etmek için”.
Albee, bu ay Amerika’nın en eski sanat topluluğundan MacDowell Medal yaşam boyu başarı ödülünü aldığında yine gündeme geldi. Bu ödülü daha önce Philip Roth, Norman Mailer, Joan Didion, Robert Frost ve Marianne Moore almıştı, yani bu, kendisine de söylemeye cüret ettiğim gibi ödülü bayağı prestijli hale getiriyor.
“Öyle mi?” Aniden bir kahkaha patlatıyor. “Bunun farkında değildim. Bu ödülü aldığıma memnunum ama aldığım diğer ödüllerden daha önemli olduğunun farkında değildim. Tarihte sadece iki oyun yazarına verildiğini biliyorum, ki bu bende ödülün bana verilmesinin korkunç bir hata olduğu izlenimi yaratıyor, ama sonuçta bu onların bileceği iş – bu ödülü gelmiş geçmiş en iyi Amerikan oyun yazarlarından biri olan Thornton Wilder’a ve korkunç bir yazar olan Lillian Hellman’a verdiler, yani benim durumum nedir tam anlayamadım.
Wilder’ın en azından genç Albee üzerinde bir etkisi vardı. “Ona şiirlerimi gösterdim, o da bana oyun yazmamı söyledi. Şiirlerimde yolun başında olan bir oyun yazarı gördüğünü sanmıyorum, bence şiir sanatını benden korumaya çalışıyordu”.
Oyunlarının gözden düştüğü dönem hakkında konuşurken aynı dayanıklılığı sergiliyor. “Çünkü Virginia Woolf’u baştan yazmıyordum. Bunun hakkında söylenebilecek tek bir şey var: Canları cehenneme! O dönemde yazılmış oyunlara bakıyorum da onlar da kendi farklı tarzlarıyla en az o zamana kadar ya da o zamandan beri yazdığım oyunlar kadar enteresanlar”.
Peki bu düşüşün sebebi neydi? “Bilmiyorum. Endişelenmeniz gereken tek şey hala akıllıca, iyi ve ilgi çekici şeyler yazıp yazamadığım ve ürünün iyi çıkıp çıkmadığı olmalı. Ünlü olup olmamanız konusunda endişelenemezsiniz, çünkü o zaman kendiniz gibi yazmayı bırakırsınız. Yazarken bir çalışana dönüşmemelisiniz.”
Albee yorumcuların onun talimatlarına harfiyen uyması konusunda inatçılığını koruyor “Ne görürsem ne duyarsam onu yazarım ve insanların da böyle yapmasını isterim”. Ayrıca sahneleme izni vermemeye de oldukça hazırlıklı.
“Aktörler ve yönetmenler, kendi amaçları için değil oyunun amaçları için vardır”, diyor ama kendisi provalara nadiren katılıyor. “Marifet metne saygı duyan aktörleri ve yönetmenleri tanıyıp, diğerleriyle değil onlarla çalışmak. Bu sayede provaların ortasında insanları işten çıkarmak zorunda kalmazsınız”.
Bu tür bir yorumcu Who is afraid of Virginia Woolf?’un film versiyonunda Richard Burton ile sergilediği performansı en çok gurur duyduğu performansı olarak gördüğünü belirten merhum Elizabeth Taylor idi. Elizabeth Taylor ismi geçince Albee’nin neşesi yerine geliyor. “Rolü için 20 yaş gençti. Ama çok iyi bir kızdı, bu işin de üstesinden geldi ve bence en iyi filmiydi. Onunla gurur duymuştum”, diyor.
Oyunları hakkında geliştirilen bir yığın akademik ve eleştirel söylemin Albee’nin düşüncelerini etkileyip etkilemediğini soruyorum. Sızlanmaya başlıyor. “Hiç onlardan birini okudun mu? Herkes yazdığı her bir makalede kendine has eleştirel önyargılarını öne sürüyor. Kendim hakkında 15 makale, 15 deneme okudum; 15 farklı insan için yazılmış gibiler”.
Gururla söylediği üzere, oyunu hakkındaki spekülasyonları ters yüz etmek için kullandığı birçok stratejisi var. Sonradan fark ettim ki, bu stratejiler şu anda üzerinde çalıştığı isimsiz oyunu hakkında soru sorulmasını da ustaca engelliyor.
“İnsanlara iki insanın aynı oyunu aynı gözle izlemediğini, oyuna aynı zeka ya da aynı istekle katılmadığını hatırlatıyorum”, diyor ve ekliyor: “’Oyununuzun konusu ne?’ sorusuna bir diğer cevabım da ‘Bu seferkinin konusu bir buçuk saat’, şeklinde. İşe yarıyor”.