Bakan Günay’a Bir İki Zorunlu Hatırlatma

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Üstün Akmen

Kültür-sanat yerine, kültür-sanat endüstrisinden söz edilen günler yaşıyoruz ya, Radikal’den Cem Erciyes de geçenlerde, Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’la kültür politikalarını, önceki dönemden gelen sorunları ve yeni dönemde başımıza neler geleceğini (!) konuştu. Gerçekten başarılı bir söyleşiydi, küçük bir kesimde geniş ilgi doğurdu.

“Küçük bir kesim” dediğim, Günay’ın söyleşisi medya ya da sanat çevrelerinde değil, sadece ve sadece Evrensel’de hak ettiği ilgiyi buldu, kültür-sanat servisinden İsmail Afacan, “küçük kesim”e ne düşündüklerini sordu. Devlet Tiyatroları’nın, opera ve balenin, orkestraların özelleştirilmesi gerektiğini ve devletin sanat alanından tasfiye edilmesiyle ilgili düşüncelerini bir kez daha vurgulayan Ertuğrul Günay, sanat dünyasında korku imparatorluğu yaratmak istiyordu. Borusan, Doğuş, Akbank gibi sermaye kuruluşlarının sanatı daha iyi icra edeceğini söylüyordu Bakan. Devletin bizzat yapan değil, ama yapanı destekleyen pozisyonda olması gerektiğini savunuyordu.

Şimdi… Bakanın bu savunması, bence bir başka yazı konusu olmalı diye düşünüyorum. Dolayısıyla, bugün sadece Atatürk Kültür Merkezi, Ayazağa Kültür Merkezi ve Emek Sineması gerçeği sorulduğunda Bakanın verdiği yanıtlara değinmek istiyorum. Bakan, Emek Sineması’nın hâlâ yargıda olduğunu anımsatıyor ya, ben bu filmi pek sık gördüğümden bu kerelik atlıyorum. Diğer taraftan, AKM’nin geçen dönem gene bir yargı kararıyla durdurulduğunu, orayı yargıya dokunmayacak bir biçimde iyileştirme projesiyle birleştirip yeniden açmak için yeterli kaynağı bulamadıklarını söylüyor, 2011 İstanbul Kültür Başkenti Ajansı’ndan destek alamadıklarını itiraf ediyor. Gene de, kaynak bularak, sponsorluklar yaratarak AKM’yi 2011-2012 sezonunda açmak ütopyasından söz ediyor.

Erciyes’in unutulmuş bir projeye, Ayazağa Kültür Merkezi projesine değinmesi üzerineyse yeni bir inşaat süreci başladığından bahisle “2012 yılı sonunda bitebilir” diye minik bir kıtır atıyor. Ayazağa Kültür Merkezi’nin, İstanbul Ayazağa’da 60 dönümlük sahada, içinde üç tarihi köşk bulunan yeşilliklere nazır bir sahada yapılması planlanmıştı yıllar önce, mutlaka anımsayacaksınız. Birinci Ordu’ya ait arazi, Askeriye tarafından Kültür Merkezi yapılmak üzere devredilmişti. Aradan on yıllar geçmesine rağmen proje bitirilemedi. 50 milyon dolar harcanarak kaba inşaatı tamamen biten inşaat çürümeye terk edildi. Başbakan Bülent Ecevit’in inadı, dönemin Kültür ve Turizm Bakanı İstemihan Talay’ın Başbakan’ına kayıtsız şartsız bağlılığı bu duruma doğrudan etki etti.

Ertuğrul Günay bakanlık koltuğuna oturur oturmaz: “Bir özel şirketle anlaştım. Sponsor olmayı kabul ettiler, bitirecekler,” dedi. Günler, haftalar, aylar geçti ve bir haber daha geldi. Bitirmeye söz veren şirket kararını değiştirmiş, kaba inşaatı temelinden yıkacak, araziyi dümdüz yapacak, yerine seyircilerin ayakta sallanarak rock konserleri ya da Ajda Pekkan’ı, Demet Akalın’ı izleyecekleri bir alan yaratacaklarmış. Kalan araziye villaların sıralanacağını kimse demedi, o husus tarafımızdan farz edildi.

Vallahi hop oturup hop kalktık! Yıllardır tamamlanamayan Ayazağa Kültür ve Kongre Merkezi bu kere, yarım kalmış binalarıyla milyon dolarlık yatırımı yapacak kuruma 49 yıllığına kiralanmak üzere ihaleye çıkarıldı. 2 bin 500 kişilik konser, 950 kişilik çok amaçlı, 450 kişilik oda müziği, toplantı, sinema ve sergi salonlarıyla devasa bir kültür kompleksi olarak tasarlandı. Çevresindeki tarihi Ayazağa Kasrı, Çinili Köşk ve Süvari Alayı binalarıyla birlikte yeni sahibine devredilmesi planlandı. Kültür merkezinin İstanbul’un Avrupa Kültür Başkenti olacağı 2010 yılına kadar tamamlanması hedefleniyordu. Heveslendik, o da olmadı. On beş yıl sonra, bu kere de Bakan’ın Cem Erciyes’e yeni bir inşaat süreci başladığından bahisle “2012 yılı sonunda bitebilir,” çıtır kıtırı karşımıza çıktı.

Kaynak bulunarak, sponsorluklar yaratılarak İstanbul Atatürk Kültür Merkezi’ni 2011-2012 sezonunda açmak hayalini ise, Bakanın “necip” milletimizin “âlicenap” aydınlarının ağzına dayadığı havuçtan başka bir şey olmadığı biçiminde yorumladım. AKM’nin hangi nedenlerle tadil edilemediğini sorgularken, Kültür ve Turizm Bakanlığı ile İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı arasında AKM’nin yapımına ilişkin imzalanan protokolden sonra bütün sürecin değiştiğini, bu konuların Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın önceliği dışına çıktığını, Koruma Bölge Kurulu’nca onaylanan restorasyon avan projesinin, binayı kullanan sanatçılar ve yöneticiler tarafından sanatsal aktiviteleri ve işleyişi olumsuz etkileyeceği saptanarak uygun bulunmadığını (belgeleriyle sabit) biliyordum.

İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı tarafından kullanıcılar tarafından istenmeyen bu projede ısrar edilmesi üzerine, Kültür Sanat Sendikası’nın İdari Yargı’da dava açtığını, mahkemenin bilirkişi incelemesi de yaptırarak önce yürütmeyi durdurma, sonra esastan karar vererek bu projeyi bozma kararını aldığını Ertuğrul Günay’a bir kez daha anımsatmayı huzurlarınızda görev addediyorum.

Haziran 2008 tarihinde AKM apar topar boşaltıldıktan sonra, içinde bulunan Devlet Operası, Balesi, Devlet Tiyatroları, Devlet Senfoni Orkestrası, koro ve topluluklar sağlıksız, işlevine uygun olmayan yerlere alelacele taşındı, taşınılan binalara da yüksek meblağlarda kiralar ödenip tadilatlar yapıldı. Bırakın İstanbul gibi bir metropolün sanat damarlarından en önemlisinin kesilmesini, bu zarar-ziyanın sorumlusu neden “fail-i meçhul” hâlâ, çok, ama çok merak ediyorum. İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı’nın, bu projenin uygulanmasında kendi istekleri doğrultusunda neden ısrarcı davrandığını, dahası AKM için ayrılan 75 milyonluk bütçeyi Bakanlığa neden aktarmadığını gene ısrarla soruyorum.

Diğer taraftan, Ajans, yasalara karşın projede ısrar etmeseydi süreç acaba bu noktaya gelir miydi sorusunu yeniden gündeme getiriyorum. Koruma Kurulu’nun, 31 Aralık 2009 tarihinde AKM’nin mevcut haliyle onarımı yolunda aldığı karara Ajans tarafından neden uyulmadığını bilmek istiyorum. 14 Ocak 2010 tarihinde gereksinimlerle ilgili Bakanlıkça koruma kuruluna başvurularak vaziyet planı onayı gerçekleştirildiği gerçeğinin ısrarla üzerinde duruyorum.

Öyle yağma yok.

İlgililerin tümünden hesap sorulsun istiyorum.


Çeşme Kalesi’nin Tarihsel Dekoru İçinde Muhteşem Konser

8-17 yaş grubunda olup konservatuarda okuyan öğrenciler arasından seçilmiş yeteneklerden oluşan ve Doğuş Grubu’nun sanata ve sanatçıya destek programının yeni bir ayağını temsil eden Doğuş Çocuk Senfoni Orkestrası, Devlet Sanatçısı Şef Rengin Gökmen yönetiminde yürüttüğü konserlerinden birini Çeşme Kalesi’nde verdi.

Dünyanın sayılı, Türkiye’nin ise tek çocuk senfoni topluluğu olan orkestra, konsere Gabriel Fauré’un (1845-1924) “Pavane Op. 50”siyle başladı ve parçayı o denli incelikli ve zarif akıttı ki şaşmamak olası değildi. Melodik zirveler zarafet içinde verildi. Bir çift flüt, obua, klarnet, fagot dramatik bölümleri sonuca sakin, hayli nazik ve zarif armonik dalgalanmalarla usulca sallayarak götürdü. Rengin Gökmen usta, daha bu ilk parçada sanki bir spor takımının “antrenörü” gibiydi. Takımın nasıl oynayacağını önceden saptamış, oyuncular arasında uyumu “antrenmanlar” aşamasında saptamıştı.

Sonra sahneye Fazıl Say geldi, orkestra George Gershwin’in (1898-1937) Rhapsody in Blue’suna girdi. Birkaç mezürden sonra Fazıl Say esere daldığında ve yüreğini esere kaptırdığında kendisini George Gershwin gibi bir yolculukta mı varsaydı, o da mı tren gürültüsünün içindeki müziği duyumsadı, elbette bilemem. Ama “Rhapsody in Blue”nun ne hızlı-ağır-hızlı biçimindeki Liszt stilinden, ne de ağır bölümlerinde Çaykovskivari biçimden zerre bırakmadı, eseri Fazıl Say gibi yorumladı. Yoğun çok sesliliği, çok sesliliğin güç ve geniş ayrıntılı durağan formlarıyla destekledi. Teknik mükemmellik ve düşünsel konsantrasyona ulaştı. Bu arada, Rengin Gökmen’in duygularını el, kol, gövde devinimleriyle gencecik orkestra elemanlarına ulaştırışı, orkestra üyeleriyle inanılmaz bağ kuruşu inanılması zor bir başarıydı.

Ve sonra Fazıl Say’ın Nazım’ın “Ben İçeri Düştüğümden Beri” Baladı ve “Kumru”su… “Ben İçeri Düştüğümden Beri”, kırık yapısıyla bir anlamda çabuk, diğer anlamda aşırı yavaş figürler çizdi. Gün, gecenin toprak rengine çoktan bulanmıştı. Yaşımın fırıldakları içimde gıcırdadı, beni bana anımsattı. Oysa sıradan akşamlardan biriydi bu akşam ve gün bir ağırlık gibi yerinden koparak müthiş bir gürültüyle uçuruma yuvarlanıyordu. Zamanın korkunç ve sonrasız çarklarının tıkır tıkır işlediğini duydum. Fazıl Say’a ayakta alkış tuttum.

Orkestra, Alexander Borodin’in (1833-1887) “Poloveç Dansları” ile açtı ikinci yarıyı. “Prens Igor” operasının bu en meşhur bölümünde Rengin Gökmen gene orkestranın karakterini belirledi. Değneğiyle parçanın gidişatına göre icracıyı yönlendirdi, yerine göre uyardı, nüans terimlerine uygunluğunu sağladı.

Sonra Çaykovski’nin (1840-1893) Op. 25 “İtalyan Kapriçyosu”. İtalyan halk ezgilerinden karışım, zaman zaman keskin hücumlarla, kırılmalarla, temponun ve biçimin birden değişmesiyle kesintiye uğradı. Capriccio’nun serbest tarzında ortaya konan beste, nefis vals melodileri de içermekteydi. Parça boyunca açılıştaki ve kapanıştaki trompet fanfarı (birbiri ardına sıralanmış sinyal karakteristikli tonlar) ve farklı Tarantella (güney İtalya’da geleneksel bir dans türü) ezgileri dikkat çekti. Eserin ağ formasyonları şiddetlendi. Rengin Gökmen, sesin artması gereken yerlerde elini kürek gibi hareket ettirdi. Sol elini göğsüne bastırdı, bageti havada daireler çizdi. Kollarını öne uzattı, gözlerini kapattı. Eser bambaşka bir ruh ve kişilik kazandı. Orkestra ateşli, çok ateşli, hızlı, gaddar, olabildiğince gürültülü…

Sonra yumuşacık tınılar…

Orkestra bis parçası olarak Ulvi Cemal Erkin’in (1906-1972) “Köçekçeler”ini çalarken gece gülerek yeni bir güne dönüştü.

Çıkışta, yüzümden okunmakta olan mutluluğu tam da kalenin sarp merdivenlerinden inerken Hıncal Uluç yakaladı.

Evrensel

 

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Üstün Akmen

Yanıtla