Üstün Akmen’in 9 Ağustos 2001 tarihinde Evrensel Gazetesi’nde yayımlanan yazısını okurlarımızla paylaşıyoruz.
Dünyayla bütünleşmiş bir demokrasi özlemi içindeyim.
Üzerinde yaşadığım ülkenin politikacılar tarafından talan edilmesini bir türlü içime sindiremiyorum.
Hep birlikte daha fazla zengin olmayı, barış içinde yaşamayı, yaşarken özgür olmayı hayal ederken, değerlerimiz elimizden uçup gidiyor.
Halkımın uyanmasından yana tavır alıyorum.
Ömrüm özlemek, hazmedememek, hayal etmekle nihayet bulacak, biliyorum; ama özlüyorum, hazmedemiyorum, hayal etmeyi sürdürüyorum.
PANDORA’NIN KUTUSU YA DA AKVARYUMU
Bu uğurda, örneğin toplumdaki gelir adaletsizliğinin giderilememesini dert ediniyorum. Kendi içine kapanmış, kafasını kuma gömmüş bir halk istemiyorum.
Ağır aksak kalkınan bir ülke sayılmaktan bezdim artık, başkaldırıyorum. Topluma sürekli narkoz verenler “Türkiye değişiyor” diyorlar, inanmıyorum.
Bakıyorum ve gözlemliyorum; ne iç politikada, ne de içerideki sorunlara bakışta gıdım değişim yok. “Pandora’nın kutusunun kapağını araladık” diyorlar, yemiyorum. Evet, doğru, ortalığı pis kokular sardı, tiksinerek kokluyorum; yıllardır kapağı açılmadığı için çürümüş sorunlar yerlere dökülüyor, ayırtına varıyorum, ama kapağın aralanmasının ardındaki gizden, gizemden ürküyorum, tüyüm tüsüm dineliyor, korkuyorum.
30 YILDIR SÜREGELEN İÇ SAVAŞ
Türkiye 30 yıldır süregelen bir iç savaşı yaşıyor. Binlerce ölümün üstüne her geçen gün yenileri ekleniyor. “Bu sonsuza kadar böyle mi sürecek,” diye soruyorum, yanıt alamıyorum. Bunun durdurulması gerekmiyor mu? Ölen de, öldüren de bizim insanlarımız değil mi? Bu sorunu çözmek devlete düşmez mi? Durdurmuyorlar, çözmüyorlar, nedenini anlayamıyorum!
İÇ SAVAŞA NEDEN İÇ SAVAŞ DENİLEMİYOR
Türkiye’de 30 yıldır süregelen Türk-Kürt savaşına şayet iç savaş denilirse PKK’nın boşa çıkacağından korkuyorlar. Baba Hindi’lerimiz bu tanıma işte ondan karşı çıkıyor: “Bu bir terör sorunudur” diyor, halkı mışıl mışıl uyutuyorlar, sinirleniyorum. Çünkü iç savaşın halkın birkaç parçaya bölünüp birbirleri ile savaşmaları anlamına geldiğini pekâlâ biliyorum. Her gittiğim yerde, kahvede, mahallede, “cafè”de, evde, her yerde: “Türkiye bu anlamda hem sıcak, hem ılık, hem de soğuk bir iç savaş yaşamaktadır” diye ısrar ediyorum. Halkı laikler, İslamcılar, Türkler ve Kürtler olarak kendi içinde bölüyor bölüştürüyorlar, bir türlü kabullenemiyorum. Bu güruhları birbirleriyle çatıştırıyorlar, isyan ediyorum.
DÜNYADA HOLDİNGİ OLAN TEK ORDU
Bu arada, Yüksek Askeri Şura öncesi Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) içinde generaller “gösteri istifası” yapıyor, zerre kadar umursamıyorum. Toplam asker sayısı bakımından Türkiye, dünyanın dokuzuncu, NATO’nun ve Amerika Birleşik Devletleri’nin ardından ikinci en kalabalık ordusuna sahipmiş. Ben değil, onlar böyle diyor. Yıllardır ezberledim bu gerçeği, gene de iplikçilerin ipliklerini sökemiyorum. Soğuk savaş dönemine göre yapılanan TSK’da personel sayısı normalin çok çok üstündeymiş. Açıklıyorlar. Hiç mi hiç şaşırmıyorum.
Diğer taraftan, TSK’nın dünyada holdingi olan tek ordu olduğunu kimsenin yazmamasına, aldırmamasına, yazmaktan korkmasına kızıyorum. Benim için: “Vay seni gidi asker düşmanı” denmesinden zerre kadar çekince duymuyorum, çünkü ben bir doğrucu Davut’um. Nikaragua, Şili, Guatemala, El Salvador, Honduras, Ekvator, Kolombiya, Bolivya, Çin, Endonezya, Tayland, Mısır, Suriye, Pakistan… Bu ülkelerin otoriter siyasal rejim, insan hakları ihlalleri, gelir dağılımındaki adaletsizlikler ve daha neler de nelerde bizimle ortak yanları olduğunu da biliyorum. Bu ülkelerin hepsinde ordu sanayi, ticaret ve finans alanındaki yatırımlarıyla ülkelerinin en büyük sermaye grupları arasında yer almakta. Yani bir “Apoletli Sermaye” oluşturmakta. Bilmeyenlere anlatamıyorum.
GENELKURMAY’IN ÖNÜNDE KEMİK YALAYAN SİVİLLER
Türkiye, satın alma paritesine göre yapılan sıralamada silahlanma harcamalarında dünyanın 14. ülkesi. Türkiye’nin silahlanmaya ayrılan bütçe nedir, Türkiye’de silah sektörü kimlerin elindedir, Türkiye’nin hangi tür silahlara gereksinimi olduğuna kimler ve nasıl karar verir, kimler nereden ne tür alım yapar, aracılık yapan kurumlar hangileridir, nasıl lobi kurarlar, yüzde kaç komisyon alırlar, bu konuları bilmiyorum, kimse de bilmiyor, bilinmediği için üzerine gidilmiyor. Çünkü bu konular bir çeşit Genelkurmay sırrı ve tabu. Üstelik konuyu tabu haline getirenler sadece askerler değil, Genelkurmay’ın önünde kemik yalayan siviller de tabucu. Vallahi bu durumu da yıllardır biliyorum, açıklayamıyorum.
OPERASYONLAR BÜTÇEYİ ŞİŞİRMEK İÇİN Mİ
Anımsayacak mısınız bilmem, 2009 yılı Milli Savunma Bakanlığı (MSB) bütçesi 2008’e göre yüzde 9,1’lik artış göstererek yaklaşık 14,532 milyar TL’ye bağlanmıştı. (Sahi, Kültür Bakanlığı bütçesi her yıl yüzde kaç artırılıyor) Savunma Bakanlığı bütçesi görüşülürken Savunma Bakanı Vecdi Gönül, kameraların salondan çıktığını sanmış ve müsteşarı Korgeneral Ahmet Turmuş’un kulağına eğilerek “Güneydoğu’da bir operasyon göstersek bütçeyi çoktan kurtarırız” demişti. CHP Muğla Milletvekili Ali Aslan da gayet yerinde bir şekilde “Bütçeyi şişirmek için kaç hayali operasyon yaptınız? Gönül’ün bu sözleri, bölücü terör örgütünün neden bir türlü bitirilemediğinin kanıtı mıdır?” diye sormuştu. Sonuç mu? Bakan sözlerini inkâr etmiş, Savunma Bakanlığı bütçesi kabul edilmiş, konu da kapanıp gitmişti.
Bugün, yılanın yuvasına çomak sokuyor, bir avaza bağırıyorum işte.
Türkiye’de 30 yıldır bilinçli olarak sürdürülen bir iç savaş vardır ve nedeni tabak gibi ortadadır.
Anlayın artık be!
BAMBİNO’DAN ANILAR DEMETİ: “YENİKAPI HİKÂYELERİ”
Kim ne derse desin, anı kitabı yazmak, giderek ülkemizde de bir edebiyat türü sayılmaya başlandı. Ama kimi anı kitabının neredeyse liselerde okutulan tarih dersi kitaplarının biçem ve içeriğinde olduğuna da sıklıkla tanık olmaktayız. Kimi anı kitaplarıysa, ciddi bir edebiyat veriyor okurlarına. Bu tür anı kitapları, hikâye ettiği dönemi, doğal olarak yazarının gözünden ve gönlünden aktarmış oluyor. Böylelikle tarihi bilgi misyonu da, yazar tarafından bir ölçüde yerine getirilmekte.
70’li yılların sinema yazarı, günümüzün avukat emeklisi Münir Göker 1960’lı yıllarda yaşadıklarını “Yenikapı Hikâyeleri (Cinius Yayınları-Nisan 2011)” başlıklı kitabında yalın bir dille anlatmış. Gözlemlerini, öğrencilik yıllarında bir gurup arkadaşıyla birlikte mesken tuttuğu, tarihi İstanbul kadar eski olan Yenikapı’dan, o yıllarda temeli atılan dostluk ve arkadaşlıklar aracılığıyla bugünlere taşımış.
Yenikapı’nın “Bambino”su Münir Göker’in anılarını yazmasının kuşkusuz değişik nedenleri olabilir. Belki kayıt düşmek için yazmıştır, belki de ödeşmek için. Kim bilir, belki de bağışlanmak için… Esasında, bir anı kitabı pekâlâ “bağışlanmak” amacıyla da yazılabilir. Neden olmasın? Ama benim kitabı okuduktan sonraki yorumum, Münir Göker’in “Yenikapı Hikâyeleri”ni kendi gerçeklerini aktarmak için yazdığı yolunda.
Kitabı okumam sırasında sayfalar ilerlerken, Münir Göker’in yaşadıklarından yeni bir hayat çıkarmak için anılarını kaleme aldığını da düşünmedim değil hani! Son sayfaya geldiğimdeyse, André Gide’in: “Anı yazmak ölümün elinden bir şeyler kurtarmaktır” şeklindeki lâfını yine ve yeniden anımsadım. Hatta anı yazmaya Münir Göker’in sayesinde yepyeni bir tanım getirerek, insanın anılarını sergilemesi eylemini, bir ruh halinin yansıması olarak nitelendirdim.
Hani: “Biraz da eleştir,” derseniz: “Savaş zili çalmaya başladı” tümcesinin “Savaş, zili çalmaya başladı” olması gerektiğini ve bu tür anlam değiştiren noktalama hatalarının kitapta hayli fazla olduğunu söyleyeceğim. “Yakup” ya da “Yakup 2” meyhanelerinin de anıların yâd edildiği yıllarda henüz kurulmadığını (zira “Yakup” 1977, “Yakup 2” 1982’de açıldı) anımsatıp, “Tango Bıyık Meyhanesi”nde plastik tabak, çatal, kaşık falan bulunmadığını; Güzel Marmara’nın şişeden içilip, istavrit balığının gazete kâğıdı üzerinde ve elle yenildiğini yazara anımsatacağım. Anı kitabında bellek hatası olmamalı, öyle değil mi ama? Bir de, yazarın “on beşli” yaşında izlediği sanatçının, o tarihte İzmir Şehir Tiyatrosu oyuncusu olan Muazzez Arçay olması olasılığı yok! Nedenine gelince, benim bildiğim İzmir Şehir Tiyatrosu’nun Bulancak-Giresun’a hiç turnesi bulunmuyor. Sonra, “lepiska saç” betimlemesi ardı ardına tam dört kez yinelenmemeli.
Tamam mı?
Demem o ki, anı kitapları bir çeşit günah çıkarma ya da kişisel itiraflardan da oluşabiliyor. Oluşurken de kimi kereler kimi töreler bozuluyor, değerler yitiriliyor. Münir Göker’in kitabında kişisel itiraflar da var, tarihe ışık tutmak eğilimi de. Ama Göker’in kişisel itiraflarında ya da tarihe ışıldak tutma görevi sırasında, etik değerlere sıkı sıkıya sarıldığı da dikkat çekiyor.
60 ve 70’li yıllarda Yenikapı’nın, bir anlamda İstanbul’un yaşantısını anımsamak ya da öğrenmek isteyenler için gerçekten yararlı bir kitap “Yenikapı Hikâyeleri”.
Edinip okumanızı samimiyetle öneriyorum.