Üstün Akmen
Ödenekli ya da ödeneksiz kimi tiyatrolar, yaz aylarında turneler düzenleyerek tiyatro sanatını Anadolu seyircisinin ayağına kadar götürüyor. Özellikle özel tiyatrolar, açık hava sinemalarında ya da tiyatrolarında fevkalade olumsuz koşullar altında oyunlarını sergiliyor. Bunların tamamına yakını donanımsız mekanlar, örneğin ışık donanımları yok. Dolayısıyla, belli bir sahnenin atmosferi, yerli yerinde kullanılan renklerle ve ışığın parlaklık derecesi ile verilemiyor. Canlı bir güldürü sahnesi, yarı karanlık cascavlak ışıklandırma altında öldürülüyor, çok parlak ışık (ki ben buna aydınlatma diyorum) ya da sıcak renkler, dramatik bir sahnede duygu yoğunluğunun oluşmasını önlüyor. Soyunma odaları yok. Olanlarda da klima falan bulunmadığından oda/lar hamam kadar sıcak, oyuncunun makyajı daha sahneye çıkmadan akıyor. Rüzgar esiyor, dekor sallanıyor, hatta bazen yıkılıyor.
İşte bütün bu olumsuzluklara karşın benim tiyatrocum çıkıyor, oyununu oynuyor, sahnede bir kez daha ilahlaşıyor.
Tiyatrocuların Özverisi
Yılda yüzden aşağı oyun izlemeden edemeyen bendeniz, yazları oyun izlemekten kaçınıyorum. Yani, bir anlamda “tatil” yapmak istiyorum. Ama kimi değer verdiğim oyuncuların oynadığı yapıtlar, bulunduğum yazlık beldeye gelirse gitmeden de edemiyorum. Gitmeden önce, biliyorum ki hava geç kararacak, hava geç kararınca ışık ayarlarının yapımına doğal olarak geç başlanacak, geç başlandığı için oyun da geç başlayacak, seyirci el çırparak, ıslık çalarak yapımcıyı ya da organizatörü hırpalayacak, teknisyenlerin eli ayağına dolaşacak ve de oyun bu “halet-i ruhiye” içinde başlayacak. Başlayan oyun yeni yeni ivme kazanırken, müezzin yakındaki caminin hoparlörlerinden Uşşak, Beyati, Nevâ makamlarını birbirine katarak ezanı patlatacak, dolayısıyla oyun zorunlu olarak bir süre duracak, böylece temponun da içine okunacak.
Tiyatrocunun Yanı Başında Olmak
Bu ortamda, ışık doğal olarak ruhbilimsel boyuta ulaşamayacak, alt bilincimize işleyerek bizi etkileyemeyecektir bilirim. Ses donanımı da berbattır, onu da bilirim. Bir sahnede atmosfer dediğimiz şey olamayınca kompozisyon, inandırıcılık, görünürlük ilkelerinin etkili biçimde uygulanması asla mümkün olamayacaktır bunu dahi bilirim. Gel gelelim, “Bütün bu ahval ve şerait içinde olsa dahi”, daha önce gördüğüm ve pek beğenmediğim oyun bile olsa o oyunu gider izlerim.
Neden?
Çünkü benim orada hazır bulunmamın onları yalnızlıklarından kurtaracağını zannederim. Bu zannımın bir kuruntu olduğunu bilirim, ama gene de öyle zannederim.
Kendi kendini tatmin işte!
Çeşme’nin Amfi Tiyatrosu
İzmir’in Çeşme ilçesinde sonradan olma bir “Amfiteatr” var. Oysa bu “amfiteatr”ın bildiğimiz amfi tiyatroyla uzaktan yakından hiçbir ilgisi yok. Amfi tiyatro yapılarının bir izleyici yeri, koronun şarkı söylediği çember biçimli bir orta alan ve oyuncu yerini kapsadığını bilememiş burayı yapan mimar kırıntısı. Bilemediği için de, doğal olarak amfi tiyatroların, sahne ile oyuncu yerinin bütünleştiği tiyatro yapıları olarak, perspektifli Barok çerçeve sahneli tiyatro yapılarının karşısında yer aldığını da atlamış. Amfi tiyatro, oyuncu ile izleyiciyi bir yerde birleştirir, Çeşme Amfi Tiyatrosu ikisinin de içini kemirir. Birleştirir ki, izleyicilerin toplumsal katman olarak birbirlerinden ayrılmadığı tiyatro yapısı biçimini oluştursun. Amfi tiyatronun bu yapısal özellikleri olmazsa olmazdır. Çeşme Amfi Tiyatrosu’nda ise amfi vardır, amfi vardır da önündeki gereksiz düzlüğe plastik koltuklar yerleştirilmektedir ve sahne koltukların önündeki devasa yükseklikte yer almaktadır. Böyle yapı olamaz. Yol gösterme tabelalarındaki “Anfi Tiyatro” yazısının komikliğiyse kolay kolay kimseye anlatılamaz.
Dicle Alkan’ın Ayak Parmakları
Tiyatrokare, geçen hafta bu “anfi” tiyatroda Zülfü Livaneli’nin “Leyla’nın Evi”ni sahneledi. Oyunun değerlendirmesini tam üç ay önce (Evrensel-20 Nisan 2011) yayınladığım için yeniden eleştirmeyi denemeyeceğim. “Cast”ta iki ad değişmiş, Volkan Severcan’ın yerini Gökçer Genç, Melda Gür’ün yerini Dicle Alkan almış, kostümleri tasarlayan Yeşim Türkgeldi Necla’nın giydiği takunya tarzı sakil sandaletleri değiştirmemiş. Bu takunyalar tiyatronun demirbaşı mı ne! Bu kere de Dicle Alkan’ın (hem de çoraplı) parmakları dışarı pırtlamış.
Tiyatrocu Değil, Sanki Savaşçı
Genç ve Alkan ile birlikte Celile Toyon, Ayça Varlıer, Nuri Gökaşan, Halim Ercan, Ethel Mulinas, Meral Asiltürk, Bahadır Vatanoğlu, İsmail Karaer hep beraber ve birer birer, tüm olumsuzluklara karşı oyun boyunca “aslan”lar gibi savaş verdiler. Ayça Varlıer Roxy’de, bu ülkenin en önde gelen müzikal oyuncusu olma unvanını sürdürdüğünü gene vurguladı (Sahi, Demet Tuncer nerede?). Andığım değerlendirmemde yakasına taktığım “Çok yönlü oyuncu” simgesel madalyasını gururla taşıdı. Afife 2011 Ödülleri’nde “Komedi ya da Müzikal Dalında Yılın En Başarılı Kadın Oyuncusu” ve benim seçici kurul başkanlığını üstlendiğim 16. Sadri Alışık Tiyatro Oyuncu Ödülleri’nde “Yılın En Başarılı Yardımcı Kadın Oyuncu” ödüllerini anasının ak sütü gibi hak ettiğini bir kez daha kanıtladı. İzleyici, Nuri Gökaşan’ın sezgilerini, Ali Yekta’ya can verirken Çeşme’de de yaratıcılığının bileyicisi, itici gücünü oluşturuşunu keyifle alkışladı. Celile Toyon, Leyla Hanım’ı mekanik icra noktasına kadar doğallaştırdı; gösterimin, üretimin “temsil edilmesinin” ve izleyicinin aldığı hazzın bir parçası olduğunun altına gene çizikler attı.
Birlikte Anı Fotoğrafı Çektirdik
Oyundan sonra, daha terleri kurumadan Celile Toyon’la, Ethel Mulinas’la, Gökçer Genç’le, Ayça Varlıer’le Toyon’un soyunma odasında fotoğraf çektirdik. Neredeyse elli yıldır tanıdığım Celile Toyon’un gözlerinden her meslekte olması gerektiği gibi, oyunculuk mesleğinde de “Yoluna baş koymak”, emek ve zaman harcamak gibi olmazsa olmaz çabaları sezdim. Bütün olumsuzluklara karşın yorulmamıştı, sevindim.
Ve Çeşme’deki O Akşam
Başarılı olabilmek ve bunun devamlılığını sağlayabilmek için, sanatçının sürekli kendini yenilemesi, kültürel altyapısını geniş tutması, gelişmesi için her türlü çabayı göstermesi gerektiğini bilenlerdendi Celile Toyon. Umarım oyunda rol alan genç oyuncular (özellikle Halim Ercan), Toyon’dan hiç değilse bu konuda yararlanmaktadırlar. Topluma iletiler ulaştırmak amacıyla, yaşadıklarıyla ya da deneyimleriyle hareket edebilmelerinde Celile Toyon’u örnek almaktadırlar.
Çeşme’de o akşam, Tiyatrokare oyuncularıyla, ama özellikle kıdemiyle taçlanan Celile Toyon’la güzelleşti.
Baktım ve oyun süresince gözlemledim ki, seyirciler de bu gerçeği pek güzel anlamaktaydılar.
Bakanım Civanım, Fazıl Say’ın Canını Daha Fazla Sıkmayalım
Duydunuz mu bilemiyorum, Schleswig Holstein Festivali bu yıl 50-60 konserlik bir “Türkiye Yılı” yapmakta. Bu festival dünyanın en büyük müzik festivallerinden biri sayılıyor. Ne büyük bir gurur! Elbette büyük bir gurur, gurur olmasına büyük gurur da, festival yönetimi Türkiye’den bekledikleri yardımın yüzde 10’unu bile alamamış durumda. Kültür Bakanlığı’ndan 50 konserin üçünü bile karşılayamayacak bir bütçe çıkmış, biraz da İKSV yardım etmiş, hepsi o kadar! Ama en komiği Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’ın festival yönetimine gönderdiği mazeret açıklaması: “Orada bizim istediğimiz sanatçılar çalmıyor!”
Bakanım Karakaşlımın: “Orada bizim istediğimiz sanatçılar çalmıyor” lafının muhatabı Fazıl Say elbette! Dahi Besteci ve İcracımız Fazıl Say, yeni eseri “Hayyam Klarnet Konçertosu”nun dünya prömiyerini Schleswig-Holstein Müzik Festivali’nde yaptı. Anlaşılıyor ki, Bakanım Civanım bu prömiyerden haberdar edilmedi. O da o hırsla: “Orada bizim istediğimiz sanatçılar çalmıyor” deyiverdi, ama istediği sanatçılar kimlerdir söylemedi.
Schleswig Holstein Uluslararası Müzik Festivali’nin bu yılki konuk ülkesi Türkiye ve festival 9 Temmuz-28 Ağustos 2011 tarihleri arasında “Willkommen Türkei / Merhaba Türkiye” sloganıyla düzenlenmekte. Benim Bakanım Kaplanımın bu davranış biçimi, 2009 yılındaki “La Saison de la Turquie en France / Fransa’da Türkiye Mevsimi”ndeki tutumuyla pek benzeşti. Anımsayınız! Öyle değil mi?
Diğer taraftan unutulamayan bir gerçek daha var ki, Fazıl Say’ın bestelediği “Nâzım Hikmet Oratoryosu”nun Frankfurt Kitap Fuarı’nın 2008 yılı konuk ülkesi Türkiye projesi programında yer alacağı çok önceden açıklanmıştı. Açıklanmıştı da, yapılan bir değişiklikle, eserin yerine “Yunus Emre Oratoryosu”nun Frankfurt’ta çalınması kararı alınmıştı. Mümtaz medyamızın mangalda kül bırakmayan köşe cengâverleri: “Eee, karardır bu, alınır da satılır da” dedi, pek aldırış etmedi. Gel gelelim, Bakanım Canavarım; Piyanist Fazıl Say’a, şiirleri seslendiren Genco Erkal’a, Vokalist Zuhal Olcay’a, Bariton Güvenç Dağüstün’e haber bile vermek gereğini hissetmedi, en azından özür bile dilemedi. Kültürümüzden sorumlu Bakanım Kahramanım: “Yahu bu sanatçılar, ekim ayı programlarını Frankfurt Kitap Fuarı’na göre oluşturmuşlardır, böyle bir halt edersek bunlar maddi manevi kayba uğrarlar” diye düşünmedi. Bakanım Fırtınam sanatçıya o zaman da saygısızlık etmişti.
Bakanım Yadigarım bu kere de: “Orada bizim istediğimiz sanatçılar çalmıyor” dedi.
Kendisinin ve hükmedenlerin Fazıl Say’a söz söyletmeme/hükmetme isteklerinin son örneğini verdi.
Bana sorarsanız, Bakanım Aziz Gardaşım Ertuğrul Günay gene hata etti.