Son birkaç yıldır sahne sanatları alanında baş gösteren değişim, şu günler itibariyle sonuna geldiğimiz 2010-2011 sezonunda hatırı sayılır ölçüde görünürlük kazandı. Özellikle tiyatro mevsimi olarak bu sezonun çeşitlilikten kaynaklanan ciddi bir canlılık içerdiğini söylemek herhalde abartılı olmaz. Tiyatronun alışageldik sınırlar haricinde icra edilmeye başlandığı, çoğunluğunu henüz oldukça genç tiyatrocuların oluşturduğu birçok yeni grubun kurulduğu, seyirciyle yaşanan deneyim açısından farklılıklara gebe yeni mekânların açıldığı şu dönemde bir yandan da özgün metinler üretildi, gruplar kendi çevrilerini yaparak çağdaş yazarların oyunlarını tiyatroya kazandırdı, tiyatro camiası yeni ve gelecek vaat eden isimler edindi. Genç kuşak oyun yazarları ve sanatçılar, yaşadıkları dönemi yansıtan, kendi toplumsal varoluşları açısından hesaplaşma niteliği taşıyan oyunlar üretmeye başladılar. Yurtdışı kökenli tiyatro akımları yerli seyirciyle buluşmanın ötesinde gördüğü ilgi açısından ciddi ölçüde yükselişe geçti, bir yandan da bu akımlarda yerelliğin araştırıldığı, dert edildiği uyarlamalar izledik. Prodüksiyon merkezli bu yeni çıkışların kalıcı olabilmesi ve daha güçlü bir etki yaratabilmesi için araştırma eksenli bir yönelimin, bir derinleşmenin gündeme gelmesi gerekiyor.
Bağımsız tiyatro mekânları ortak bir çatı altında toplandı ve dayanışma yönünde ilk adımlarını attı. Belki de hem bu örgütlenme hem de bu mekânlarda üretilen çağdaş oyunların yarattığı yankı sayesinde Afife Jale Tiyatro Ödülleri’nin bu seneki sahipleri açıklandığında Türkiye’nin bu en prestijli tiyatro ödülleri tarihinde ilk kez bu kadar tartışıldı ve sorgulandı.
Bir yandan da, ağırlıklı olarak dizi-sinema sektöründe çalışan oyuncular örgütlendi, sokaklara çıktı, resmi olarak sendikalarını kurdu.
Tüm bu hareketlilik esnasında iki kritik eksen arka planda seyretti; bir tanesi devlet-tiyatro ilişkisi, diğeri ifade özgürlüğü. Devlet ve tiyatro ilişkisi bu sezon son yıllarda olmadığı kadar çok tartışma odağı haline geldi. Devlet Tiyatroları’nın varlığı ekseninde ilerleyen tartışma devletin sanata yaptığı ya da yapması gereken katkıyı da gündeme getirdi. Sanat icra etmenin maddi olanaklardan da önemli, olmazsa olmaz koşulu ifade özgürlüğü konusuna baktığımızda ise hak ihlalleri karşısında güçlü dayanışma örnekleri sergilendiğinden bahsetmek zor. Sansür uygulamaları otosansür de dahil çeşitli mekanizmalarla devam ediyor. Karşıt görüşe tahammülsüzlükten sanat eserlerine çeşitli saldırılar gerçekleşti, sahnede ifade ettiklerinden dolayı tiyatrocular davalı konumuna düştü.
Devletin sanatı kontrol edebildiği sınırlar dahilinde tutmak istemesine karşı örgütlenmesi gereken direncin, Devlet Tiyatroları kapatılsın mı kapatılmasın mı ya da devlet sanata şu şekilde maddi katkıda bulunsun tartışmaları ekseninde ilerlerken edinilemeyeceğini söylemek mümkün. Sanat yapmanın finansmandan altyapıya kadar tüm maddi koşullarının oluşturulmasında devletin katkısı bir tartışma konusu olmalı tabii. Ama sanatta sansürü ve otosansürü kışkırtan koşullar ortadan kalkmadıkça, ifade özgürlüğü her koşulda savunulmadıkça özgürce üretimin olanakları da yaratılamaz. Sezon boyu şahit olduğumuz, çeşitlilik açısından güçlü bu teatral hareketlilik ve canlanmanın sanat adına olumlu ve de kalıcı etkiler doğurabilecek şekilde devam edebilmesi için sanatçıların hem yaşadıkları toplumla doğrudan ilintili bu tartışmalarda hem de özgür üretimden yana nasıl tavır alacakları kritik bir noktada duruyor. Bireysel duruşlar mı sergilenecek, bir arada durmanın yolları mı aranacak, yoksa sessiz mi kalınacak? Nitelikli üretimi destekleyecek birlikteliklere gebe tüm bu çeşitliliğin yapısal bir dönüşüme sağlam bir zemin oluşturup oluşturamayacağını önümüzdeki yıllarda ölçebileceğiz gibi görünüyor.