Şebnem Sözer
Herhangi bir Hollywood filmiyle karşılaştığımda sanki hep aynı filmi izliyormuşum gibi bir hisse kapılıyorum. Filmin – hadi Hollywood terimlerini kullanalım – dramatik, gerilim, komedi, romantik komedi, biyografik, tarihi ya da fantastik film olması, farklı yaş gruplarına hitap etmesi, hatta animasyon olması bile herhangi bir değişiklik yaratmıyor. Filmlerdeki İlkçağlılar, Antik Yunanlılar, Ortaçağlılar, 19. yüzyıllılar, 20. yüzyıllılar, 25. Yüzyıllılar, Amerikan askerleri, Naziler, Vietnamlılar, gladyatörler, polis dedektifleri, romantik şairler, Samuraylar, hobbitler, Saygonlular, vampirler, kurt adamlar, kayıp balıklar, mamutlar, aslanlar, eşekler, ejderhalar hepsi birbirinin aynısı gibi geliyor. Sanki aynı film, sürekli olarak aynı hikâyeyi, aynı karakterlerle anlatıyor gibi. Filmlerin tanıtımlarının da hep aynı kısıtlı kelime dağarcığı içinde yapıldığına dikkat çekmek gerek Hollywood dışı filmlerin DVD kapaklarında bile hep aynı “sıfatlar” sıralanıyor: dazzling [göz kamaştırıcı], exquisite [nefis], shimmeringly beautiful [ışıltılı bir güzellik], mesmerizing [büyüleyici], haunting [unutulmaz], a masterpiece [bir başyapıt], a brillant, unique, astonishing film [görkemli, eşsiz, şaşırtıcı bir film]. Eğer film biraz bile olsa beklentilerin dışına çıkmışsa, onun için de uygun sıfatlar var: shocking [şok edici] ya da controversial [tartışmalı]. Bu terminoloji içinde, “tüketim kültürü aslında bok yemektir” diyen Pasolini’nin Salo’suna uygun sıfatlar bu son ikisi olurdu herhalde. Bu tanımlamalardan hiçbir sinemacı, hiçbir dünya sineması eseri kurtulamıyor. Aslında Türkiye’de bugün var olan dizi piyasasına baktığınızda da benzer bir manzarayla karşılaşabilirsiniz. Görünüşte büyük bir çoğulluk ve çeşitlilik varken, sanki biz hep aynı şeyi izliyor gibiyiz. Pek çok kişi tarafından büyük bir heves ve sadakatle takip edilen yerli ve yabancı dizilere dönüp dikkatle bir bakın. Sözde çeşitlilik cennetinde yaşıyoruz, ama aslında HER ŞEY GİTGİDE AYNILAŞIYOR.
Bunu nasıl adlandırmalı? Çeşitlilik içindeki yoksulluk diye mi, yoksa farklılık içindeki Aynılık diye mi? Batılı kuramcılar uzun bir zamandır Batılı “özdeşlik düşünüşünün” eleştirisini yapmaktalar. Bu eleştiri, özellikle, Batılı modern usun baktığı her şeyi kendine benzeterek, kendine mal ederek algılaması ve tanımlamasını üzerinde durur. Bir öznenin baktığı şeyi kendine benzetmesi demek, karşısındaki şeyin özneliğini/failliğini ve başkalığını yok sayarak onu bir nesne haline getirmesi demektir. Bu aslında çok basit bir düzenektir. Özne baktığı her şeye, onu kendiyle özdeş kılacak bir çerçeveden bakar. Beyazlara göre bir zenci “siyah”tır, çünkü “beyaz değil”dir. Özdeşlik düşünüşünün dünyasında sorulara değil cevaplara ve yargılara yer vardır. Ama Genet özdeşlik çerçevesini reddederek sormuştu: “Bir akşam, bir oyuncu benden zencilerin oynayacağı bir oyun yazmamı istedi. İyi ya, bir zenci nedir diye düşündüm, her şeyden önce rengi nasıldır?”[2]
Bugünün görünüşte çoğulluk ve çeşitliliğe vurgu yapan düşünce biçiminde nihayet özdeşlik düşünüşünün üstesinden gelindi mi? O sınır tanımadan her şeyi özdeş kılan çerçevelerden nihayet kurtulduk mu, yoksa bu çerçeveler halen alttan alta iş başında mıdır? En eski Batılı dünya sanat tarihi kitaplarına baktığınızda, merkezdeki Batı sanatının dışında yer alan eserlerin, bu kitaplarda ya hiç yer almadığını ya da çok ufak bir yer tutuğunu görürüz. Zaman içinde, çoğunlulukla Batı dışı, merkezi olmayan sanat yavaş yavaş bu kitaplara girmeye başlamıştır. Bugün ise sayfa sayılarını gitgide artırmaktalar. Mesela Hint sanatı “Asya sanatı bölümü”nün bir parçası olmaktan çıkıp önce “Hint sanatı bölümü”ne dönüşmüş ve hatta bugün iki ayrı tarihsel döneme ayrılarak kitapta iki bölümlük yer kaplamaya bile terfi bile edebilmiştir. Peki bu gerçekten bugün artık çeşitliliğin varlığına izin verildiği anlamına mı gelir? Dünya gitgide özgürleşmekte midir? Aslında sanat tarihi kitaplarındaki bu değişim gerçek bir dönüşüm değildir. Gerçekte olan, yeni gelenin kitabın aynı kalan çerçevesi içinde kendine uygun bir yer edinmesidir. Batılı dünya sanat tarihinin özdeş kılıcı çerçevesi halen orada durmaktadır ve “Hint sanatı bölümü” asla o kitaptaki birinci bölüm olmayacaktır. Bugünün “postmodern” diye adlandırılan sözde çoğulluluk ve çeşitlilik çağında özdeşlik düşünüşü alttan alta devam etmektedir.
Bugün sözde bir özgürlük havası esiyor. Çok da uzak olmayan bir zaman önce adını anmanın suç sayıldığı örneğin Deniz Gezmiş gibi figürler, bugün televizyon dizilerinin karakterleri arasına katıldılar, sosyal paylaşım sitelerinde ölüm yıldönümleri anılıyor. Bu bir özgürleşme gibi algılansa da, aslında bu durum bu figürlerin özgürleşmesi değil, sözde çeşitliliği vurgulayan ama gerçekte her şeyi eskiden olduğundan daha kuvvetli biçimde özdeş kılan inanılmaz güçlü bir çerçevenin içindeki diğer imgelerden biri haline gelmesi, Aynılık okyanusu içinde yitip gitmesidir. Bu durumdan huzursuz olup bunu ifade etmeye kalktığınızda kolayca tutuculukla suçlanabilirsiniz. Ama bu konuda iyimser olmam mümkün değil. Deminden beri anlatılıp duran “çeşitlilik kisvesi altında aynılaştırma” aslında geç kapitalizmin kültürel mantığıdır. İnsanoğluna asalak olmuş modern icatlarından biri olan turizm deneyimi bunun en iyi örneklerinden biridir. Turizm deneyimi asla gezginlik deneyimi haline gelememektedir. Her yıl dünyanın başka bir egzotik köşesini gezenler, aslında hep aynı yere gitmektedir. Bunlar dokunamadığımız, hızla önümüzden akmaktayken bir kısmını yakalamaya çalıştığımız imgeler okyanusuna yapılan gezilerdir ve temelde internette sörf yapmaktan pek de bir farkı yoktur. Bugün yaşanan durumu belki de “çeşitlilik sömürüsü” diye adlandırmak uygun olacaktır. Bu sömürüden hiç kimse, hiçbir şey kaçamaz. Bu “dünya genelevi”nde bir kişinin önüne – hadi bir erkek diyelim, çünkü bu eril bir kültürdür – her gece farklı birinin sunulması gibidir; beyaz, zenci, Asyalı, Arap, Latin, Müslüman, Hristiyan, Yahudi, genç, yaşlı, zayıf, şişman, sakat, çocuk, esmer, sarışın, kız, oğlan… Oysa her gün başka biriyle seks yaptığını sanan kişi aslında hep aynı kişiyle, sadece kendisiyle seks yapmaktadır. Çünkü “zenci” ancak “beyaz olmayan” olarak, “Asyalı” ancak “çekik gözlü” olarak, kısacası “ben olmayan” olarak tanımlanabilmektedir. Ben olmayan olarak tanımlandığım her şey gerçekte “ben”in kendisidir, çünkü onu “ben”in çerçevesinden görüyorum, kısacası sadece “ben”i görüyorum.
Peki bu özdeş kılıcı çerçeveden kurtulmak mümkün mü? Belki de bugün yapılacak herhangi bir politik hamle öncelikle bu çerçeveyle oynamayı gerektirmektedir. Tanımlamak sahip olmak demektir. Halen bize yüzünü göstermeyi reddeden ve kendi ismi yerine anonim bir isim kullanmayı tercih eden Zapatista Marcos’u tanımlamak için, bugün yoğun bir arzu var. Kim bu adam? Nereli? Neci? Okumuş mu? Ne okumuş? Çirkin mi, yakışıklı mı? Yoksa eşcinsel mi? Tanımlama ve böylece kendinin kılma güdüsü öylesine kuvvetli bir güdü ki, Meksika’ya gidip orada kalarak Zapatistalar’ın hayatını yerinde gözlemlemiş olan Boğaziçi Üniversitesi’nden bir öğretim üyesi bile Türkiye’de katıldığı bir söyleşide bu güdüye bilinçdışı bir şekilde teslim olup, Marcos’u maskesiz gördüğünü ve hiç de yakışıklı olmadığını söyleyebiliyor. Oysa Marcos onu (eşcinsel olduğu söylentisini çıkarıp) tanımlayarak tüm muhalif gücünü elinden almaya çalışan egemen çerçevenin bu arzusuna 1995’te çok iyi bir yanıt verdi: “Marcos, San Francisco’da bir eşcinsel, Güney Afrika’da bir karaderili, Avrupa’da bir Asyalı, San Sydro’da bir Chicano yerlisi, İspanya’da bir anarşist, İsrail’de bir Filistinli, San Cristobal sokaklarında bir Maya kızılderilisi, Neza’da [Meksiko şehrinde büyük bir gecekondu bölgesi] bir çete üyesi, [solcu halk müziğinin büyük etkisi olduğu]Ulusal Üniversite’de bir rockçı, Almanya’da bir Yahudi, Savunma Bakanlığı’nda bir halk temsilcisi, soğuk savaş sonrası dönemde bir komünist, galerisi veya mevkii olmayan bir sanatçı, Bosna’da bir barış taraftarı, Meksika’daki herhangi bir şehrin herhangi bir mahallesinde bir cumartesi gecesi evde yapayalnız bir ev kadını, CTM’de [grevlere şiddetle karşı olan hükümet taraftarı sendika federasyonu]bir grevci, arka sayfalara yer dolduracak haber yazmak zorunda bırakılan bir muhabir, gece saat 10’da metroda yalnız başına bir kadın, topraksız bir köylü, işten atılmış bir işçi, mutsuz bir öğrenci, serbest piyasa ekonomisinin tam ortasında bir muhalif, ne kitabı ne de okuyucusu olan bir yazar ve tabii ki Meksika’nın güneydoğusundaki dağlarda bir Zapatista’dır.” (Marcos’un “ben” kelimesini kullanmadığına dikkat çekerim.)
Tiyatro da bugün “Aynılaşma” tehdidi altında mı? Bir gün gelecek hep aynı oyunu izler hale mi geleceğiz? Son zamanlarda Türkiye’de tiyatro dâhil her türlü deneyimi ifade etmek için, yukarıda film tanıtımlarından bahsederken saydığım kelimelere benzeyen yeni bir kelime tedavüle girdi: “keyifli”. Bu kelimeyi her duyduğumda beni kaşındırıyor, keyfimi kaçırıyor. Bir gün kendi ürettiğim bir yazıya ya da çalışmaya biri çıkıp “keyifli” diyecek diye ödüm kopuyor. Çünkü her “keyifli” diye tanımlanan deneyimin aslında bunu dile getiren kişiye hiç mi hiç dokunmadığını seziyorum. Oysa keyif ne güzel bir kelime. Marcos’un sözlerini düşündükçe keyfim yerine geliyor.
[1] Ken Loach’un 2007 yılında çektiği It’s a Free World filmine referans verilmiştir.
[2] Genet, Jean. Zenciler. İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2000, s. 11.