Genç Tiyatrocular

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Ümit Denizer

Giriş

Bu yazıya, Tiyatro Tiyatro Dergisinin 2010 yılı Haziran ayında yayınlanan 214. sayısındaki, Çağlar Yiğitoğulları söyleşisinin ilham verdiğini söylemek isteriz. Söyleşiyi yapan Rengin Arslan’ın yol gösteren sorularıyla ortaya çıkan ve “biz, orta kuşak tiyatrocular için” ders niteliği taşıyan saptamaları vardı. Genç tiyatrocuların da dikkatini çekmesini dilediğimiz bu önemli ayrıntıların altını, kalın fosforlu kalemle çizmek isteriz. Ancak, gözlemimiz şudur ki, genç tiyatrocular ne yazık ki çok az okuyorlar! Onların bu “okumama” durumunda ekonomik nedenler öne çıkıyor galiba! Çünkü tiyatro kuramsal kitaplarını ve tiyatro dergilerini “satın alamadıklarını” gözlüyoruz. Sahneye konacak metinler kendilerine fotokopiyle ulaştığı için, mesleki gelişimleri oyun metni düzeyinde kalıveriyor…

(Düşüncemizin termal merkezine geçmeden önce, sözün başında takındığımız çoğul tavrın nedeni hakkında; genç tiyatrocular için kısa bir açıklama yapmayı uygun buluyoruz…)

Biz, orta kuşak tiyatrocular

Bilenler bağışlasınlar, ancak bilmeyenlere not düşmeliyiz ki; “biz” dediğimiz, AÇOK kısa adıyla anılan çocuk ve gençlik tiyatrosudur. Uzun adı “Anadolu Çocuk Oyunları Kolu”dur. Çocuk ve gençlik oyunları hazırlamak için bir araya gelmişlerdir, ama yetişkin seyircilere de seslenmeden duramamışlardır. 1973 yılında, Muhsin Ertuğrul ve Haldun Taner Hocalarının yönlendirmeleriyle hayata geçen AÇOK’un (hem fizik anlamda hem metafizik anlamda) hiç boş oyunu olmamıştır. Önemli ödüllerle onurlandırılmış, kuruluşunun hemen ikinci yılından başlayarak; her yıl Avrupa’daki festivallere ve turnelere davet edilmiştir.

Sıfırdan var ettikleri modern çocuk oyunlarında, asla “tavşan kardeş, aslan kral” kolayına kaçmamışlardır. Diyaloglardan arındırılmış görsel oyunlarında, “her çocuğu, aileden iki yetişkinin tiyatroya getirme geleneği” nedeniyle; çocuğun tarafını tutarak, ebeveynlere de yardım edebilmeyi ilke edinmişlerdir. Türk Tiyatrosu Tarihine, 12 çocuk oyunuyla birlikte; 2 gençlik oyunu ve 2 yetişkin oyunu armağan etmişlerdir. (Yetişkin oyunlarından “Ferhad ile Şirin”, İsmet Küntay Ödülüne; “Perdeci” ise, Tiyatro Eleştirmenleri Birliği’nin Ödülüne layık görülmüştür.)

Muhsin Hocalarının 100’üncü doğum yıldönümü anısına, O’nun tiyatroya adanmış ömrünü anlattıkları “Perdeci” oyunlarını; seyir halindeki bir Boğaziçi vapurunun içinde ve Boğaziçi iskelelerinde “yaz oyunu” başlığıyla sadece dört kez sergilemişlerdi. Vapur seferlerini sezon boyunca tekrarlayabilmek amacıyla; Kültür Bakanlığı’nın Özel Tiyatrolara Yardım Bütçesine başvurmuşlar, ama Seçici Kuruldan: “Biz yeni projelere bütçe veriyoruz. Sizin bu projeniz gösterildiği için yardım edemiyoruz” cevabını alınca, kırgınlar limanına demirlemişlerdi…

Geçiş

AÇOK’un kurucuları (Turgut Denizer-Ümit Denizer), “Perdeci” vapurunun demir atmasından yıllar sonra; sahne, kulis ve sokak omuzdaşları Orhan Alkaya’nın, Genel Sanat Yönetmenliği döneminde, onun devrimci projelerinden biri olarak kurulan “Şehir Tiyatroları Çocuk Birimi” bünyesinde görev yapmaya davet edilmişlerdi. Televizyon dizileri kültürünün son yıllarda alışkanlık kazandırdığı biçimde yapılan seçmelerle; “eğitimli” 20 genç oyuncuyla çalışmalara başlamışlardı. Sahneye konan oyunlar birbiri ardına seyirci karşısına çıkmış ve beğenilmiş; ama Orhan Alkaya, gösterilerin sonunda: “Çocuk Biriminin genç tiyatrocularının gözünde, niçin AÇOK oyuncularındaki gibi ışık göremiyorum?” kederlenmesini yansıtmıştı.

 

Aslında bu değerlendirme temel bir ihtiyacı işaret ediyordu: Ekip olmayı, kumpanya olmayı, ansambl olmayı, dayanışmayı, paylaşmayı, kederde ve sevinçte birlik olmayı işaret ediyordu. Her biri değişik eğitim modellerinden gelen, farklı üsluplardaki genç tiyatrocularla bunları yakalamak çok zordu. Ancak bu yazıya ilham veren genç oyuncu Çağlar Yiğitoğulları’nın, kendi kuşağına yönelik olarak yaptığı hüzünlü değerlendirme de, bu durumun diğer nedenleri için çok önemli ipuçları verdi bize. Öyleyse şimdi onu bir kere daha dinleyelim…

Çağlar Yiğitoğulları:

“… Genç bir insan olarak kendimi rezalet hissediyorum. O anlamda ele alalım. Çok korku duyuyorum, çok mutsuzum ve her şeyin boşuna olduğunu düşünüyorum. Bu kuşağa ait bir insan olarak, neden böyle bir kuşağa ait olduğumu, neden bu dönem dünyaya geldiğimi sürekli olarak sorguluyorum. Her şeyin bir geçiş döneminde olduğu, her şeyin ‘bu da geçecek’ diye algılandığı bir dünyada yaşamak zor. Sonuçta o kadar çok etiketimiz var ki, darbe kuşağı, silik kuşak, melez kuşak… Ama bütün yokluk, umutsuzluk ve kötümserlik içerisinde kendim gibi insanların büyük bir dinamizmi ve öfkeyi de içinde taşıdığını görüyorum…

“…Olumsuzluğun olumlu duruma çevrilmesi diyorum ben buna. Bize yıllardır hiçbir şey söyletmeyen, ensemize vurup susturan durum, bir yapı oluşturdu bizde ve artık biz de başka bir yerden, başka bir tondan konuşmaya başladık. Tırnağımızla dişimizle kazıyarak bir şey yapmamız söz konusu…

“… Aslında ben başka bir tiyatroya âşık oldum, hayal ettiğim şey bu değildi. Ama değişen, tiyatro değil hayatın ta kendisi… Örneğin biz başladığımızda tiyatrocu televizyonda göründüğü zaman yüzünün eskidiğini bilirdi, bundan kaçınırdı. Şimdi hayat o kadar tersine döndü ki, seyirci de televizyonda gördüğü adamın oyununu izlemeye gidiyor. Diziden tanınan oyuncu tiyatroda gişe yapar duruma geldi…

Değerli genç tiyatrocu Çağlar Yiğitoğulları’na teşekkür borçluyuz! Bizim de kulağımıza küpe oluyor hüzünlü enerjisi… Prova başladıktan yarım saat sonra geleni, oyunun başlamasına beş dakika kala soyunma odasına gireni, “portel” nedir öğrenmeyeni… Sahnedeki “sıkıldığı” işi biter bitmez, kuliste çay-sigara kahkahalarına gideni, yalnızca repliğini değil, antresini bile kaçıranı, “diyagonal durmayı” bilmeyeni… Şaka için değil, arkadaşını zorda bırakmak için aksesuar saklayanı, dizi çekimine gitmek için provadan izni isteyeni… Çalıştığı oyun metnini kulisteki bir aksesuarın içinde veya çay ocağında veya salondaki bir koltuğun kolunda bırakıp gideni… Hoş görüyoruz…

Söz bağlama

Aslında, sadece bu yazıda paylaştığımız konuda değil; günlük hayatın akışı içinde, her yerde geçerli olan, şöyle bir deyim kafamızda dolanıp duruyor: “Pet şişe su çıktı, mertlik bozuldu”! Ne kadar meraklıymışız her an su içmeye meğerse… Otobüste, dolmuşta, vapurda, motorda, caddede, parkta, sinemada, mağazada, içip içip gelişigüzel atıveriyoruz boş pet su şişelerini!

Aynı tavır, tiyatroda oyun seyrederken de yaşanıyor. Seyirciler, artık rahatça, sahnede rolüne konsantre olmuş oyuncuların gözlerinin içine baka baka sularını içebiliyorlar! Oyun bittikten sonra salonları temizleyenler; öncelikle, onlarca pet su şişesini birer birer toplamak zorunda kalıyorlar. Bazılarının içinde yarısına kadar su bırakılmış bile oluyor… Genç tiyatrocular da bu tavrın acısını provalarda çıkarıyorlar! (oyun oynarken yapamadıkları için olsa gerek.) Evet, dertliyiz bu tavırdan! Elinde pet su şişesiyle provaya çıkma cesaretini anlayamıyoruz…

 

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Ümit Denizer

1 Yorum

  1. ceren okur Tarih:

    Sayın Ümit Denizer,

    AÇOK deneyimini bizlere bir kez daha hatırlatmanız çok yerinde olmuş, bu deneyimin kazanımlarına ve özellikle “duruşuna” ne kadar ihtiyaç olduğu alenen ortada.
    Yazınızı üzülerek ve yer yer çok sinirlenerek okudum. Bir çocuk tiyatrocu izleyicisi olarak sahneden seyirciye geçen “samimiyetsizlik” hissinin ortalarda bırakılan oyun metni uslubuyla mutlak bir bağlantısı olmalı.
    Sahne adına bu güne kadar öğrendiğim ve tek öğretilebilecek şeyin “samimiyet” olduğunu düşünüyorum, “Oyuncu yaptığına inanmıyorsa seyirci sahneye inanmıyor”.
    Günümüz çocuk tiyatrosunun tiyatro yönetimi-reji-oyunculuk açısından en önemli sorununu “samimiyetsizlik” olarak görüyorum. Bu samimiyet sözcüğü zarif bir ifade, saygısızlık ve küstahlığı zaman zaman içinde barındırıyor.
    Çocuk oyunu rejisörleri Stanislavksy yöntemiyle sahneye oyun koyamayınca iştahlarını “çocuk oyunlarında” gidermeye çalışıyorlar. Öte yandan oyuncularda aynı nedenle bir atlama tahtası, trambolin olarak görüyorlar çocuk tiyatrosunu. Kaç kişinin çocuklar için ömür boyu çocuk oyunu yapma heyecanını içinde sakladığını merak ediyorum. Zaman bize gösteriyor ve gösterecek.

    Zarif uslubunuzun ve çocuk tiyatrosuna verdiğiniz emeğin bu gün geldiği “genel” düzlemi görmek acı veriyor olmalı size. Bu yüzden AÇOK’u çok önemsiyorum.

    Neden AÇOK önemli?

    AÇOK oyuncuları yaptıkları işe aşıktılar, araştırmacı ve deneyseldiler, yokluklara karşı ağlamadan mücadele vermesini bildiler, yaptıkları işe inandılar ve sahiplendiler, “çocuk tiyatrosunu” küçümsemediler, yücelttiler. Egoların önde olduğu çalışmalar yerine kollektif çalışmayı benimsediler. Bildiğim kadarıyla da kimse AÇOK mirasını bir “koltuk” biçimine dönüştürmeden sahiplendi ve sevgiyle, saygıyla andı.

    Bunlar kelimeler olarak görünse bile altındaki anlamların iyi düşünülmesi gerekiyor. Çağ değişti. Sizden sonra gelen nesle “işini bilmesi” öğretildi. Bu düsturda çocuk tiyatrosu kullanıldı. Hala da kullanılmaya devam ediliyor.

    Sizin kadar zarif ve iyimser olamıyorum ne yazık ki. Ben de Çağlar Yiğitoğulları gibi öfkeliyim. Çocuk tiyatrosunun halen “çocuk işi” görülmesini hazmedemiyorum. Bildiğim tek şey herkes yaptığı işi yapmaya zorunlu ve taşlar ancak böyle üst üste konulur.

    Saygılarımla

Yanıtla