Üstün Akmen
İlk baskısı Mayıs 2006 tarihinde yapılan, sonradan çok kısa bir süreçte “çok çok” baskılara ulaşan Zülfü Livaneli’nin “Leyla’nın Evi” başlıklı romanı (Remzi Kitabevi), 2010–2011 tiyatro sezonunda Zeynep Avcı tarafından Tiyatrokare için sahneye uyarlandı. Romanda olaylar, yaşamlarındaki bir altüst oluş sonucu bir araya gelen ve birbirlerini tanıyan üç başkişi çevresinde fırdolayı dönüyordu. Bir paşa torunu olan Osmanlı soylusu Leyla Hanım, Almanya’da büyümüş seks modelliği yapmış, daha sonra hip-hop şarkıcısı olmuş isyancı bir Türk kızı ve büyük konaklarda uşaklık yapma kaderini değiştirme ihtirasıyla yanıp tutuşan Ali Yekta Bey… Boğaziçi’ndeki bir yalı çevresinde gelişen olaylar, esasında Leyla Hanım ile Roxy’nin birbirlerini keşfetme öyküsü olarak değil, insanoğlunun barınma gereksinimini “kör kör parmağım gözüne” yöntemiyle okurun beynine işleten iletisiyle dikkat çekmişti. Bu iletiyi sürekli ve yoğun göçlerle temeli zangırdayan İstanbul kenti üzerinden vermesiyse Livaneli’nin edebiyat dilinin başarısıydı.
Oyunlaştırmada, ayrı çevrelerde yaşayan, bir araya gelme olasılıkları bulunmayan, değişik sosyal katmanlara ait insanları ortak bir kaderde buluşturarak, toplumun kendi kendisiyle ve yakın tarihiyle yüzleşmelerini sağlayan özelliklerin sanki biraz savsaklandığını, üç başkişinin yaşamlarının yeterince sentezlenemediğini söyleyebilirim. Romandaki olay örgüsünün ve karakterlerin dram sanatı bağlamında tam anlamıyla işlenemediğini, anlatıya yer verilmediğini, geçmiş zamana ilişkin tarihsel boyutun hiç mi hiç dikkate alınmadığını, olay akışının şimdiki zamana temellendirildiğini söylediklerime ekleyebilirim. Gene de Zeynep Avcı’nın, şiirsel tadı özgün anlatımla buluşturduğunu açık yüreklilikle ifade etmeliyim.
M. Nurullah Tuncer’in, bir sahne tasarımcısı olarak sahneye koyuş konseptine hizmet eden bir kavrayışı olduğu kesin bir gerçek. İçgüdüsel bir tasarımcılığı var. “Leyla’nın Evi” dekorunda da oyunu sadece fiziksel anlamda değil, ruhuyla birlikte sarıp sarmalıyor. Sahne önündeki kurumuş sarı sonbahar yapraklarıysa bana göre yararsız, iletisi var derseniz o ileti çok anlamsız. Ama M. Nurullah Tuncer’in yalısı “19. yüzyıl sonları ve 20. yüzyıl başlarında yapılan bütün yalılar gibi bir zenginliği ve görkemi değil, su kenarında geçirilen rahat bir aile hayatını çağrıştıran, bir parça alçakgönüllü bir yapı (a.g.e – Sayfa 24–25)”. Gene M. Nurullah Tuncer imzalı ışık tasarımıysa oyuna yorum, dekora derinlik, oyunculara üçboyutluluk sağlayan bir çalışma… Zülfü Livaneli & Ferhat Livaneli’nin müzikleri hiç kuşkum yok ki yapıma önemli katkı sağlayan etkenler. Yeşim Türkgeldi’nin kostümlerine sözüm yok da, Necla’nın giydiği takunya tarzı sandalet ne öyle ayol!
Nedim Saban, eseri sahnelemek için uygun dekoru bulmuş, karakterleri gerektiği gibi gruplandırmış. Sonra da, o ele avuca sığmaz olanı yakalamış. Yani, diyalogları ve diyalogların akışında mükemmeliyeti sağlamış. Sahnede geçecek olaylar üzerinde titizlendi mi, titizlenmedi mi elbette bilemem, bilmek de umurumda değil, ama dekora, çevreye öncelik verdiğine bahse girerim. Daha doğrusu, çevreye öncelik verilmesini zorunlu saydığından eminim. Çünkü karakterlerin hareketlerini belirleyenin çevre olduğunu iyi biliyor Nedim Saban.
Polis’te Bahadır Vatanoğlu, Güvenlik Memuru’nda İsmail Karaer, Tarantula’da Meral Asiltürk görevlerini layıkıyla yapıyorlar. Ethel Mulinas, Akrep’e can verirken uygun durumları saptamasıyla, bedenine uygun pozisyonlarda imgeleminde kurduğu rolü sindirmesiyle, danslarında kol ve bacağının devinimlerinin farkındalığıyla aldığı alkışı hak ediyor. Melda Gür, Necla’nın coşkularını bazı tablolarda seyirciye okutamıyor, ruhsal bir durumu çabuk yakalayamıyor. Volkan Severcan, rolden çıkmıyor, ama varlığına inanmamız gereken “Ömer” olduğu yanılsamasını bazen bozuyor. Esasında, oyunculuğunda tutarlılığı ve bütünselliği koruyacak birimleri bilen kıratta bir oyuncu Severcan. Ömer’in duygularını da duygusal olarak gayet iyi sahiplenmiş, ama gene bir eksiklik var Severcan’ın “Ömer” yorumunda. Çok mu yapay ne! Nuri Gökaşan’ın sezgileri, Ali Yekta’ya can verirken yaratıcılığının bileyicisi, itici gücü olmuş. Ali Yekta’nın fiziksel ve psikolojik yönelimlerini sergilemeyi de savsaklamamış, Ali Yekta’yı yeniden biçimlendirmiş.
Ayça Varlıer Roxy’de, bu ülkenin önde gelen müzikal oyuncusu olma unvanını sürdürüyor. Varlıer, vücut yapısına dış aksiyon ve iç aksiyonun yansıması için uyarıcı etkilere o denli mükemmel karşılık vermekte ki, ona rahatlıkla “çok yönlü oyuncu” madalyasını simgesel de olsa vermemi hak ediyor.
Celile Toyon, Leyla Hanım’ı mekanik icra noktasına kadar mükemmelleştiriyor, sonra daha derinlere indirip yeni duygularla dolduruyor. Toyon, iyi oyuncunun sahne üzerinde üretici-sanatçı olduğunu unutmaması gerektiğini bilen bir oyuncu. Gösterimin, üretimin “temsil edilmesinin” ve izleyicinin aldığı hazzın bir parçası olduğuna inanıyor. Hareket ve metni ya da hareket ve sesi birbirinden ayırmak yerine, içlerinde daha sonra başka birimlerle birleşmesi olası, tutarlı ve uygun bir bütün oluşturuyor.
Celile Toyon’u uzunca bir süre sonra sahnede yeniden izlemek, insana gerçekten keyif veriyor.
“GÖZLEMEVİ’NİN GÖZLEME NOKTASI
SAINT PETERSBURG’DAN DÖNÜYORUM, YÜREĞİM YARALI
Rusya’nın ikinci, Avrupa’nın otuz dokuzuncu büyük kenti St. Petersburg’daki tiyatro şöleni sona erdi ve ben çeyrek yüzyıl sonra ilk kez gittiğim bu üç yüz yıllık görkemli kentten kürkçü dükkanına pazartesi akşamı geri döndüm. St Petersburg’da 14. Avrupa Tiyatro (Europe Theatre Prize) ve 12. Avrupa Yeni Tiyatro Gerçekleri (Europe New Theatrical Realities) Ödülleri sahiplerini buldu. Baltık Denizi kıyısında Neva Nehri üzerindeki kırk iki ada üzerinde kurulu kentte konferanslar, sempozyumlar, oyunlar yaklaşık beş yüz davetli ve Rus tiyatroseverle bir hafta boyunca buluştu. Viliam Doèolomanski (Cave Theatre Studio/Çek Cumhuriyeti), Katie Mitchell (İngiltere), Andrey Moguchiy (Puşkin Devlet Drama Akademisi/Rusya), Kristian Smeds (Fin Ulusal Tiyatrosu/Finlandiya) ve Portekiz’in Teatro Meridiaonal’i ile İzlanda’nın Vesturport Theatre’ı Avrupa Yeni Tiyatro Gerçekleri dalında heykelciklerine kavuştu. Rus yönetmen, aktör, eğitmen, Taganka Drama ve Komedi Tiyatrosu’nun ünlü kurucusu Yuri Petroviç (1917) ayakta dakikalarca alkışlanarak Onur Ödülü’nü alırken; Alman tiyatro, opera ve film yönetmeni Peter Stein (1937) büyük ödüle ve parasal karşılığına (galiba 60 bin avro) hak kazandı.
Geniş bulvarları, dingin suları, dört yüz adet olduğu “tevatür” edilen köprüleri ve çarlık mimarisinin kimi örnekleri arasından o tiyatro salonundan bu tiyatro salonuna koşanlar arasında Türkiye’yi, Uluslararası Tiyatro Eleştirmenleri Birliği (IATC)’nin Onursal Başkan Yardımcısı ve kuruluşun Türkiye Merkezi (TEB) Kurucu Başkanı Zeynep Oral, TEB’in 2. Başkanı Prof. Dr. Hasan Anamur, TEB Üyesi Canan Sanan ve ben temsil ettik.
Hem de doğal olarak boş zamanlarda kenti gezdik. Ne çok “şey” değişmiş yirmi beş yıldan bu yana! Mercedes’ler, BMV’ler, Limousin’ler yollarda; Roma’daki San Pietro Basilikası’ndan esinlenilerek yapılan ve Sovyet döneminde Ateizm Müzesi olarak kullanılan Kazan Kilisesi şimdilerde Ortodoksların “mü’minleriyle” dolmakta. İnsanlar Dökülen Kan Kilisesi’nde tasvirlere yüz sürerek günahlarından arınacaklarını ummakta. Yani anlaşılan o ki, benim “Herkese gül, herkese ekmek” rejim özlemim, giderek buharlaşmakta. Rejim “elden ele gezen güle dönmüş”… Kimsenin değil, ama doğrusu benim burada bir kez daha ve ciddi olarak umurumda.
Şimdiiii… Kadınları soracak olursanız, hani bilirsiniz ülkemizde genel kanı, Rus kadınlarının çok güzel oldukları. Gerçekten de çok güzeller. Üstüne üstlük akıl almaz kısalıkta etekler, göğüs dekolteleri… Ama kimse dönüp bakmıyor bile. Kanıksamışlar.
Bizim gazetelerde zaman zaman: “Rus güzeli bilmem kim, Türk erkelerine bayılıyorum dedi” kabilinden haberler çıkar ya… Siz siz olun bundan böyle sakın inanmayın, o haberler vallahi kıvırtmalık.
İşin doğrusu, biz Hasan (Anamur) Hoca ile orada, burada, şurada sürekli kasım kasım kasıldık, “bayılan” Rus güzeline hiç mi hiç rastlamadık!
Bedri Baykam…
Başbakan’ın bir süre önce: “Tiz vurasınız kellesünü” diye buyurduğu Mehmet Aksoy’un Kars’taki “İnsanlık Anıtı”nın cehalete kurban edilerek “hak ile yeksan” olmaması için uğraş verenlerin başını çeken Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği Başkanı Ressam Bedri Baykam’a yapılan saldırıyı nefretle kınıyorum. Kim kışkırttı bu bıçaklı sapığı, bir an önce bulunmasını diliyorum