Üstün Akmen
Thomas Vinterberg, Mogens Rukov ve Bo Hr. Hansen “Kutlama/Festen” başlıklı bir senaryo ve oyun metni yazmışlar. Bu senaryo bir “Dogma 95” akımı ürünüymüş. “Dogma 95” dediğimiz, 1995 yılında Danimarkalı Yönetmenler Lars von Trier, Thomas Vinterberg, Kristian Levring ve Søren Kragh-Jakobsen tarafından başlatılmış avangart bir film yapım akımı. “Festen” (1998), Cannes Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü dahil pek çok bağımsız festivalde ödüller almış. 2004 yılında Britanyalı Oyun Yazarı David Eldridge, “Festen” film senaryosunu oyun metnine uyarlamış, o da yepyeni ödüllerden nasiplenmiş. “Festen/Kutlama”, şimdi de Dot’un yeni sahnesinde seyirciyle buluşmakta. Bana sorarsanız, itibarlı ödüllere aday gösterilmeden kendiliğinden aday olmakta ya da başka bir deyimle benim “En İyi”lerim arasında yer almakta.
Oyunun konusu şöyle: Danimarkalı zengin bir aile, baba Helge’nin 60. doğum günü kutlaması için bir araya gelecek, baba için hazırlanan bu kutlamaya, ailenin birbirinden uzak yaşayan fertleri ve dostları da katılacaktır. Bu arada, yakın zamanda kardeşlerden biri intihar etmiştir. Kutlama yemeği ile birlikte ailenin yıllardır gizli kalmış sırları yavaş yavaş ortaya dökülür ve gece yerlerde sürünür.
Altı yıldır sahneledikleri oyunlarla izleyiciyi şaşkına çeviren Dot, 2011–2012 sezonu oyunu olarak seçtiği “Kutlama” ile seyircinin gene tüyünü tüsünü dikeltiyor. O gece, Helge’nin ortaya saçılan gizleri, intihar eden kızına ve büyük oğlu Christian ile ensest ilişkide bulunmasına, yani babanın çocuklarını zorla, baskıyla istismar etmesine dayanıyor. Aile içi, ya da akrabalar arası ilişkilerden yararlanılarak gerçekleştirilen, bir tarafın açık istismarına dayanan cinsel ilişki ensesti, kendi bağlamının ötesinde de bir suç durumu yaratmıyor mu? Ortaya çıkan cinsel istismar durumu değil mi? Öyle, ama kutlamaya katılanlar toplumda utanç duyulan bu ilişki şekline (küçük kardeş Michael hariç) tepki göstermiyor ya da gösteremiyorlar. Ensest ilişki içinde olan bireyler, bunu her zaman gizleme eğilimindedirler, tamam da bu durum ensest ilişkideki istismar ve suç durumunu vahimleştiriyor, istismar edilenin bu söz konusu utanç duygusuyla orantılı olarak istismar durumunun sürgit devam etmesini sağlıyor. Örneğin, bu ilişkiyi başından beri bildiği anlaşılan Anne, yani Else bile suçluluk duygusu duymuyor. Kadehler kaldırılıyor, şarkılar söyleniyor, kutlama sürüyor.
Oyun metninde baba, otoritesini tartışmasız bir kimlik ve davranış biçimi olarak ortaya koyuyor, kendinden aldığı dinamikle, kalabalık dinamiğini harekete geçiriyor ve döngüden sanki daha da güçlenerek çıkıyor. Diğer çocuk Helene, babanın yanında çalışan ve Helge için: “Benim Danimarkalı babam” diyen Helmut ve karısı, diğer konuklar sorumluluk almama konforunu otoriteyi sessizce destekleyerek, hatta ona şefkat göstererek kullanıyorlar. Olamaz mı? Bal gibi oluyor. Yani olabiliyor.
Ece Dizdar’ın Türkçesi bu kere de iyi. Hakan Günday’ın şarkı sözleri ve Hakan Günday’ın Uygur Yiğit ile birlikte kotardıkları müzik övgüye değer. Elvin Aydoğdu’nun ses tınısı mükemmel. Koray Malhan’ın olduğunu öğrendiğim çadırın tamamını dekorun bir parçası olarak tasarlamak, içine 150 kişilik seyirci koltuğu, büyük bir masa ve yatak yerleştirirken tasarımı minimal görüntüden soyutlamamak, Dot’un prensibini bozmadan oyunu seyircinin gene yakın mesafeden izlemesini savsaklamamak, yönetmene mekanın derinliğini kullanabilme olanağını sağlamak herhalde kutlanacak bir sahne düzeni olayı.
Oyunu yöneten Murat Daltaban, oyunu, kutlamanın yapılacağı salonun (çadırın) dışında başlatarak, az sonra masa başında olacaklarda izleyiciye ayna tutuyor. Aydoğdu ve Yiğit şarkılarıyla karşılıyor davetlileri. Christian duvara dayanmış, sıkıntılı. Sigara içiyor. Helene gelip kardeşine sarılıyor. O sırada bir Volkswagen hızla gelip kalabalığın arasına dalıyor, falan…
“Kutlama” hiç kuşkum yok ki Murat Daltaban’ın yoğun çalışmaları sonucu biçime kavuşmuş bir yorum. Hem de farklı bir anlatım biçemi olan, hayli farklı bir yorum… Daltaban, Dot’un olmazsa olmazı sayılan, oyuncunun kendiliğinden bir kompozisyon yaratabilme dayanağını bulabilmesi için, konuşurken gereksiz el kol hareketleri yapmaması ve ses kurallarına ilişkin o inanılması güç disiplini bu kere de uygulamış, hatta daha da ilgi çekici boyuta ulaştırmış. Oyuncuların oyunu kendileri için gizli ve zorunlu bir eylem saymaları, ilk kez seyrediyormuşçasına bana gene çok ilgi çekici geldi. On sekiz kişi olan oyuncu kadrosunun tümü, kendi kişiliklerini oynarlarken bu kere de “evren”den uzaklaşıyorlar. Çizdikleri kompozisyon elbette kendi kişilikleri değil, ama bu kompozisyonu, kendi öz kişiliklerine varması için bir amaç doğrultusunda araç olarak kullanıyorlar. Oyunun bütününde dikkat çeken, oyuncuların gözlerini kendi içlerine çevirmeleri sırasında asla aşırılığa kaçmamaları…
Michel’de İdil Arkut Malhan, Paul’ün Karısı’nda Seda Yıldız, Helmut’un Karısı’nda Begüm Benian sözsüz oyunlarında istenileni veriyor. Rıza Kocaoğlu, Michael ile özdeşleşmiyor, Michael karakterini aşmaya çalışıyor. Mette’de Pınar Töre, görmeyeli beri kendini bir hayli yukarı çekmiş. Cemil Büyükdöğerli, Christian’ın yaşamış coşkularının kışkırtmış olduğu içsel yönelimleri, derin içsel öz olarak duyumsadığında, gövdesi aksiyona giriyor. Tam anlamıyla ödüllük bir oyun Cemil Büyükdöğerli’nin ortaya serdiği. Şebnem Bozoklu, Helene’de yaratıcı yönelimini etkin duygular düzeyinde tutarak, içine girdiği kişiliğe gerçekten can veriyor. Berfu Öngören, Pia’da; Mehmet Esen, Helmut’ta; Umut Kurt, Nadim’de; Mert Öner, Lars’ta; Enis Arıkan, Paul’de Daltaban’ın istediklerini “harfiyen” yerine getiriyorlar. Michael ile Mette’nin küçük kızında Su Olgaç, sözsüz oyununda insanın içine sular serpecek, umut fidanları yeşertecek kadar doğal. Kim’de Murat Daltaban, Murat Daltaban gibi… Ve Else’de İpek Bilgin ile Helge’de Köksal Engür… Aklın ve duygunun uyumlu beraberliğinde karakter gerçekleştiriyorlar. Fiziksel varlık çizgilerini Else ve Helge oldukları süre içinde başarıyla koruyor ve sürdürüyorlar.
Dot’çular kusursuz oyunculukta bu kere de tarih yazıyorlar.
İki Farklı Çift, Dört Farklı İnsan: ‘Güzel Şeyler Bizim Tarafta’
Krek Tiyatro Topluluğu, santralistanbul’daki yeni mekanında, daha önce pek rastlamadığımız bir tasarımla Berkun Oya’nın yazdığı ve yönettiği “Güzel Şeyler Bizim Tarafta” başlıklı bir oyun sahneliyor. “Daha önce pek rastlamadığımız bir tasarımla” demem yanlış değil, zira mekana girer girmez, görevlilerin dağıttığı kulaklıklar ilk şaşkınlığımızı oluşturuyor. Oyun başlayınca anlıyoruz ki toplam altmış dört kişilik salonda sahne, bir camla örtülü. Oyun bu camın arkasında oynanmakta. Sesleri en küçük tıkırtıya kadar kulaklıklardan sinema efekti tadında alıyorsunuz. Cam, zannım o ki oyuncularda kameraya karşı oynama, seyircide ise sinema filmi izleme etkisi yaratıyor.
Küçük sahne bir odadan ibaret… Fotoğraflar, kitaplar, dergiler, plaklarla dolu bir oda. Sonra evin sakinleri geliyor. Ev darmadağın edilmiş, kapı kırılmış, eve hırsız girmiş. Eve giren genç çift huzursuz… Bartu Küçükçağlayan ve Tülin Özen’in canlandırdıkları karakterlerin hayatına daha sonra hiç tanımadıkları doğulu bir çift giriyor. Berkun Oya, abartmadan köpürtmeden, olabildiğince yalın akıtıyor öyküyü.
İlk kez profesyonel olarak sahneye çıkan Ozan Çelik’e özel umutlar bağladığımı huzurlarınızda itiraf edeceğim. Ozan Çelik, karakterini tam dozunda kotarıyor. Daha ziyade beyaz perde ve beyaz camda ünlenen Tülin Özen’i tiyatro sahnesinde görmenin mutluluğunu yaşadığımı da itiraf bölümüne ekleyeceğim, başka da bir şey demeyeceğim. İyi oyuncu, yetenekli oyuncu… Canlandırdığı karakterlerle duygusal temas eksikliği sıfır noktasında… İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı Tiyatro Bölümü üçüncü sınıf öğrencisi olduğu sırada profesyonel olarak ilk kez Kent Oyuncuları ile “Inishmore’lu Yüzbaşı” da 2004 yılında sahneye çıkan Bartu Küçükçağlayan için “Joey karakterinin hatlarını öylesine kesinleştirmiş ki, içimde umut kıvılcımları uçuşturdu. Dilerim tiyatrodan kopmaz” demiştim. Tiyatrodan kopmadı, içimdeki umut filizini soldurtmadı. 2005’de gene Kent Oyuncularıyla birlikte “Kumarbazın Seçimi”nde Mugsy karakterlerinde izlemişim ve öve öve bitirememişim. “Şeylerin Şekli”nde Adam’ı oynarken: “…yazarın sunduğu verili durumları, olguları ve olayları listeye dökmüş” diye söylenmişim. Oyunu küçük parçalara böldüğünü, ayıkladığını, çözümlediğini söylemişim. Bartu Küçükçağlayan sorular soran, bütün olguları tartan, varsayımlar üreterek kendini geliştiren, geliştikçe başarılı olan bir oyuncu. Bu oyunda da aynen böyle…
Oyunda sevdiği adamla kaçıp büyük kente gelen ve hiç tanımadıkları bir çiftin evine zorla girip sığınmak zorunda kalan başörtülü, Doğulu genç kız Ayşe’ye can veren, kan pompalayan İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı öğrencisi 20 yaşındaki Öykü Karayel’i anında çektim, merceğimin altına aldım.
Kusursuz oyunculuğuna hayran kaldım.
Oyundan sonra gözlerine baktım, gözlerinde tutku vardı. Tiyatro adına ona inandım.