Şebnem Sözer
Nadir olarak bir oyun hakkında yazma isteği duyuyorum. Son günlerde izlediğim bir oyun bende bu hissi uyandırdı, çünkü beni şaşırttı. Oyunun adı “Sen Benimle Sabredemezsin”, Ankara’da Domus Sanat Çiftliği’nde yaratılmış ve halen oynanmakta olan bir oyun. Amacım bir oyun eleştirisi yazmak değil, ama bu oyun aracılığıyla “performans”ın bazı yönleri üzerine biraz düşünmek.
Oyunun adı bu yazının performansa bakışı açısından anlamlı. Genel olarak performans sanatçılarının ve performansa meyleden tiyatrocuların yaptığı işlere baktığımızda, hem icracıları hem de seyircileri günün toplumsal yapısı içinde baskın olan yaşam alışkanlıklarının tersine “sabretmeye” teşvik ettiklerini gözlemleyebiliriz. John Cage yıllar önce dinleyicilerinden 4 dakika 33 saniye sabırla beklemelerini talep etmişti. “Cage’in denediği şey artık eskidi” diye mi düşünüyorsunuz? Bugün 4.33’ü birinci sınıf Güzel Sanatlar Fakültesi öğrencilerine “dinletmeyi” deneyin, Cage’e gösterilen tepkinin benzeriyle, belki daha da büyüğüyle karşılaştığınızı göreceksiniz. Cage’den sonra benzer şekilde sabır talep eden performanslar çokça yapıldı. Bir kadın performans sanatçısı kendini 24 saat boyunca bir galeriye dikilmiş iki direğin arasına asarken, bir başka performans bir kadın ve bir erkek icracının bir masanın başına oturup saatlerce hiçbir şey yapmadan ve söylemeden birbirlerinin gözünün içine bakmalarını isteyebiliyordu. Geçmişteki ayinlerden esinlenen bir başka performans sanatçısı saatler süren kurban ritüelleri düzenlerken, Robert Wilson sabaha kadar süren on iki saatlik bir operayı seyircilerine sundu. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Performans sanatçıları ve tiyatronun içinde performansa meyleden sanatçılar, bir yandan icracıların ve seyircilerin (sabırlarının) sınırlarını zorlamaya artan bir şekilde devam ederken, öte yandan gündelik hayat gitgide daha da hızlandı. Bugün hiçbir şeye sabrımızın kalmadığını; reklamların dayattığı algılama hızıyla büyüyen nesillerin her şeyden çok çabuk sıkıldıklarını, vs. sıklıkla duyuyoruz. Son yıllarda özellikle Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz gibi “Yeni Türk Sineması” adıyla anılan yönetmenlerin filmleriyle beraber, “uzun ve sıkıcı plan” şeklinde tariflenen bir “sinema kavramı” (!) telaffuz edilmeye başlandı. Sık sık “ben o filmleri izleyemiyorum, uzun ve sıkıcı planları var,” ya da “adam kamerayı koymuş, dakikalarca yerinden oynatmamış” gibi konuşmalara tanıklık edebilirsiniz. Sinema dalında yüksek lisans yapan bir arkadaşım “Yeni Türk Sineması” içinde adı geçen bu yönetmenleri bir gün geldi “çiğ gerçekçiler” diye tanımlamayı uygun buldu. Halen neden böyle bir tanım kullanma ihtiyacı olduğu üzerinde düşünüyorum. Burada onun düşüncesinin tartışmasına girmeden “çiğ gerçekçi” terimini “performans” üzerine düşünürken kullanmak istiyorum.
Performansın “çiğ gerçekçiliği”nin ne anlama geldiğini, belki de karşımızda bir performans sanatçısı çırılçıplak soyunup kendini hacamat[1] edilirken sergilediğinde ve biz bedenine yapışık camdan kupaların içine sanatçının kanının doluşunu eş zamanlı olarak, sabırla deneyimlerken, tam anlamıyla kavrayabiliyoruz. Hatta bu tip bir performansın varlığını -ve hadi anlamını demekten çekinmeyelim- tam da bu çiğliğin içinde aradığı söylenebilir. Kuşkusuz ben burada bir takım performansları betimlerken okuyanlara bir şeyler aktarılmakta, ama bu yalnızca düşünce düzeyinde kalıyor. Performans sanatçıları, bu betimlemelerin, seyirci açısından o-an-orada bulunup, bu asılı bekleyiş, saatlerce birbirinin gözüne bakış, kurban ediş, hacamat ediş, vs.’yi eşzamanlı olarak deneyimlemenin yerini asla tutamayacağını iddia ediyorlar. Onlara göre bu etkiyi performansın fotoğraflarına bakmak ya da videosunu izlemek de yaratamaz. Ben performansın amaçladığı etkiyi “o-an-orada-bulunuş” değil ama bunun bir parçası olan sabır üzerinden yeniden tartışmak istiyorum. Buradaki anahtar soru, bir şeyin ne kadar “gerçek” olduğundan çok, kısa sürmesiyle uzun sürmesi arasında bir fark olup olmadığıdır? Hemen hemen hiçbir şeyin “olmadığı” bir performansa üç saat bakmakla, altı saat bakmak arasındaki fark nedir? Üç saat sıkılabilirsiniz, altı saat de sıkılabilirsiniz, çünkü hala günümüzün gündelik hayatına ait algı alışkanlıkları içindesiniz. Ama belki yedinci saatten itibaren, birden, kendinizi alışık olmadığınız bir zamansal deneyimin içine girmiş olarak bulabilirsiniz. Çünkü sistemli bir şekilde sürdürülen ısrar, sonunda “nicelik farkı”nın ötesine geçip “nitelik farkı” yaratmaya başlamıştır. Gaston Bachelard “Uzamın Poetikası” kitabında günümüzün en çok lanetlenen olgularından biri olan “can sıkıntısı”nın sağlıklı ve gerekli olduğunu iddia eder:
“Oyunu yarıda bırakıp, tavan arasında bir köşede sıkıntısını yaşamaya giden çocuklar yok mudur? Sıkıntılarımın tavan arası, çeşitli yaşantılar içimdeki her türlü özgürlük tohumunu yitirmeme neden olduğunda seni ne çok aradım!”[2]
Walter Benjamin, “Hikâye Anlatıcısı” adlı yazısında hikâyenin ancak can sıkıntısının halen yaşamakta olduğu bir ortamda anlatılabileceğini söyler:
“…can sıkıntısı zihinsel gevşemenin doruğudur. Deneyim yumurtası üstünde kuluçkaya yatan bir hayal kuşudur can sıkıntısı. Yapraklardaki küçücük bir hışırtı onu kaçırmaya yeter. Yuva yaptığı yerler – can sıkıntısıyla yakından ilgili faaliyetler – şehirde zaten yok oldu, kırda da tükenmek üzere. Onunla birlikte dinleme yeteneği de kayboluyor.”[3] (s. 84)
Sözsüz bir oyun olan “Sen Benimle Sabredemezsin”de birbirini takip eden, uzun süren, yalın aksiyonlardan başka hiçbir şey olmuyor. (İyi ki de olmuyor!) Oyun ve oyuncular seyircileri sıkma korkusuyla hareket etmiyorlar. İçeri girdiğiniz andan itibaren onların kurduğu zamanın içine çekiliyorsunuz. Domus mekânı bir apartmanın bordum katındaki deponun bizzat kendisi olduğundan, oyuncular birbirine oldukça yakın yerleştirilmiş sandalyelerde oturan seyircilerin burnunun dibinde oynuyorlar. Sözsüz ve genelde sessiz olan oyun, seyircilerin ses çıkarmasına doğası gereği izin vermiyor. Gümbür gümbür bir müzik çalarken kimse duymadan oflayıp puflamak ya da oturduğu yerde uyumak ve sonunda ikiyüzlü bir şekilde oyunu alkışlamak mümkün değil. Oyuncular sanki aynı anda hem şimdi-ve-burada, Güvenlik Caddesi’ndeki deponun içinde seyircilerin karşısında sabrediyorlar, hem de oyunun dünyasının içindeki aksiyonları gereği sabrediyorlar. Oyun dışarıdan gelen hiçbir etkiyi dışlamıyor; oyuncuların teri, aksesuarların kendi sesi, üst kattan gelen sifon sesleri, sokaktaki köpeğin havlaması hepsi estetik bir tatla oyunun içine dâhil oluyor. Bu nedenle oyun oldukça performatif, çünkü yanılsamada ısrarcı değil. Eğer seyirci sıkılıyorsa, oyun bunu da dışlamıyor. Her şey olduğu gibi, olduğu kadar göz önünde. Öte yandan oyun, kendi sahne öyküsünü anlatmayı da sürdürüyor. Bir uçta klasik drama anlayışı performatifliğin üstünü örtmeye çalışıp, öteki uçta performans her türlü temsili ve anlatısallığı dışlamak ya da geçersizleştirmek isterken, “Sen Benimle Sabredemezsin” şimdi-burada-oluş ile oyunun-içinde-oluşu, hemen hemen hiçbir zorlama olmadan bir arada var kılmanın bir yolunu bulmuş gibi görünüyor. Çünkü bu ikisi artık birbirlerini dışlamaktan vazgeçmişler. Nefes nefese kalışları ve terlemeleriyle birlikte bedenlerin, sahne nesnelerinin ve mekânın kendine özgü varoluşları oyundan dışlanmadığı gibi, temsil ve anlatı da dışlanmıyor. Zaten “prezans” ya da “bulunuş” ya da “mevcudiyet” ya da “şimdi-burada-oluş” dediğimiz şey nedir ki? Şimdi-ve-burada ne varsa onun varlığını, ne yoksa da onun yokluğunu kabul etmek değil midir? Oyuncular oyunun sonunda onları alkışlamamıza izin vermeden, üstlerini değiştirmek üzere hızla arka tarafa gidiyorlar ve biz daha yerimizden kalkmadan, oradaki varlığımızın da farkında olarak kendi aralarında gündelik konuşmalarına dalıyorlar. Bu alkış reddinin kendisi de -tam olarak reddediyor sayılmazlar çünkü alkışa engel olmaya da çalışmıyorlar- oyundaki hiçbir şey gibi zorlama değil.
Tekrar “sabır” meselesine dönersek, “vaktin nakit olduğu”, işten boş zaman etkinliklerine (gerçekten çok sıkılıyoruz! sıkıntıdan ölmek üzereyiz!), boş zaman etkinliklerinden işe koşturduğumuz, yolda geçen zamana acıdığımız bugünün yaşam tarzı içinde, tamamen amaçsız, çıkar gözetmeyen, yalın eylemlerde bulunmak, Foucault’nun çok iyi tahlil ettiği gibi mekânlarımızı düzenlediği kadar zamanlarımızı da düzenleyen geç kapitalist sisteme karşı “durmanın” bir yolu olabilir mi? Belki de performanstan öğreneceğimiz bir şey varsa o da can sıkıntısının ve sabretmenin değeridir. Belki de şöyle demeli: Sıkılmak iyidir, çünkü o zaman bir şeyler olmaya başlayabilir –hatta tiyatro (bile) “olmaya” başlayabilir.
[1] Vücudun herhangi bir yerini hafifçe çizip üzerine boynuz, bardak veya şişe oturtarak kan alma (TDK, Türkçe sözlük).
[2] Bachelard, Gaston. Uzamın Poetikası. Alp Tümertekin (çev.) İstanbul: İthaki Yayınları, 2008, s.53.
[3] Benjamin, Walter. “Hikaye Anlatıcısı.” Son Bakışta Aşk içinde. Nurdan Gürbilek (haz.) Nurdan Gürbilek ve Sami Yücesoy (çev.) İstanbul: Metis Yayınları, 4. Basım, 2006, s. 84.
1 Yorum
Bu yazı 3 gün arayla aynı oyun üzerine ikinci yazı.Birincisi Beliz Güçbilmez’in. Her iki yazıyı okuduğum için çok memnunum. Okuduğum yazılar oyunu önemli bulmanın bir göstergesi.
Oyuncular oyun sonu alkış karşısında bir ‘duruş’ sergiliyorlarmış. Haklarında yazılsın istiyorlar mı acaba? Bu tür bir ‘duruş’un ona göre bir eleştirisi olmalı diye düşünüyorum.