Nedim Saban
Yaşım ilerledikçe, insanların dostlarını kötü günler için biriktirdiklerini hisseder oldum. Ben ise, dostlarımın iyi günlerinde, onların başarılarıyla gururlanmayı sevenlerdenim. 7 Mart gecesi, İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatrosu’nun desteğiyle hazırlanan ‘İstanbul’un Kadınları Sahnenin Sultanları’ belgeselini izlediğimde, iyi ki Hülya Karakaş gibi bir dost edinmişim diye düşündüm. Sanat politikasını zaman zaman eleştirdiğim Ayşenil Şamlıoğlu başta olmak üzere bu belgesele destek veren herkesi, özellikle sahnelerimizde var olan kadınlarımızı kutladım, kutsadım, avuçlarım kızarana kadar alkışladım.
Şimdi İZ TV, NTV ya da CNN Türk’ün, sadece tiyatromuzu değil, cumhuriyetimizin nereden nereye geldiğini, sırtlarında mermileri cephelere taşıyan kadınlar kadar önemli bir işlevi yerine getiren kutsal sahne sanatçıları kadınlarımızın ne ağır bir yük taşındıklarını ortaya çıkartan bu belgeyi Türk halkına sunmalarının çok önemli bir sorumluluk gerektirdiğini düşünüyorum. Eğer rating düşünüyorlarsa, hiç korkmasınlar; Suna Keskin’den Nevra Serezli’ye, Göksel Kortay’dan Bennu Yıldırımlar’a, Hasibe Eren’den Celile Toyon’a, Güzin Özyağcılar’dan Defne Halman’a kadar sahne ve televizyon dünyamızın ünlü yüzleri var! İlk çırpıda mutlaka olması gereken Yıldız Kenter, Gencay Gürün, Macide Tanır, Gülriz Sururi gibi çok önemli isimler ile programlar uyuşmamış, ama herkes mutlaka davet edilmiş.
Hülya bana 8 ay emek verdiği bu belgeselin kısıtlı bütçesini fısıldadığında, ufak tefek teknik hataları hoş görmek gerektiğini düşündüm. Gerçekten imkânsızı başarmış. Kaldı ki, Türk Tiyatrosu’nun duayenlerinden Nedret Güvenç ile ilk travesti stand’upçımız Esmeray’ı aynı çatı altında saygı çerçevesinde toplayan, bugünün Türkiyesi’nde Ermeni, Kürt tiyatrocuları ötekileştirmeden ekrana getirebilen, ‘kadın olma’ meselesine erkek kimliğinin tuzağına düşmeden bakabilen, Darülbedayi gibi erkek egemen rejisör, tasarımcı, genel sanat yönetmeni dünyasında kadını erkeğin yanında ve kimi zaman dedikodunun kazanında, dünyayı da sadece rol asılan ama insan asılırken üç maymun oynanan bir yer olarak görülen kapalı bir dünyayı deşebilen bu sanat yapıtında ‘her şeyi bir anda bir arada toplama kaygısına düşülmesini’ hiç yadırgamadım.
“İstanbul’un Kadınları’nın” en önemli başarısı, kadını saçma sapan, naif, kırılgan, edilgen klişelere düşerek tanımlamadan; çağdaş dünyaya ayak uydurmuş, erkeğin önünde, esprili bir biçimde tanımlayabilmesidir. Dün sahnede ısrarla var olan Afife Jale’de de, bugün insanların kendisine “sen daha ölmedin mi diye baktığını söyleyen” Ayşen Gruda’da da aynı medeniyet hissi çarpıyor!
Seden Kızıltunç’un “Anadolu’daki otellerde rahat edebilmek için evlendim” demesi, Nilgün Belgün’ün evliliklerinin sayısını hatırlarken şöyle bir düşünmesinde ‘aymazlık’ değil, kendilerini aşmış olmaları var. Ve pek tabii, mesleğe olan derin aşk. Bu meslek böyle bir şey!
Seden Kızıltunç’un dediği gibi, oynadıkları rollerden öğrendikleriyle binlerce kilometre yol giden kadınlar var karşımızda.
Kendilerini bacağından vurduran erkekleri için hastanede boyun eğmesini bekleyemezsiniz bu kadınların… Kumalık, kölelik onlara göre değil. Özgürlük var onların ruhlarında!
Sibel Arslan Yeşilay, belgeselin bir bölümünde, kadınlar için rollerin yazılmadığını söyleyince; onlar da rol bulmak için sadece tiyatroyu değil, edebiyatı altüst ettiklerini söylüyor. Ancak, bırakın sanat dünyasını iş hayatında bile kadınların oyunu ‘erkekçe’ oynamak zorunda bırakıldıkları bir dünyada, kadın dünyasında zengin roller bulmak kolay mı?
Hadi bu rolleri buldunuz, bu kaba dünyada onları kadına yaraşacak biçimde işleyecek duyguları ortaya çıkarabilmek her ana yiğidin harcı mı?
Zeliha Berksoy, belgeselde gençlerin duygusal derinliğe sahip olamadığından yakınıyor… “İnternet çağında gelecekte Medea’lar, Ophelia’ların duygularıyla özdeşleşecek kadınlar bulabilecek miyiz” diye düşündüm bu belgeseli gözyaşları içinde izlerken. Kaldı ki, Sumru Yavrucuk mekân meselesini öyle güzel dillendirdi ki!
Adı “İstanbul’un Kadınları” olan belgeseldeki kadınların çoğu duygularını yeşerttikleri mekânları yitirmiş. AKM artık yok, Taksim Sahnesi yok, Markiz pastanesi yok, Emek Sineması yok… Eskinin olmadığı, tarihin her pazartesi sıfırdan başladığı bir kentte, kadının bedeniyle yabancılaşmaması kadar doğal bir şey olabilir mi?
Belgeseli izlerken İstanbul’u da çok özledim ben. İstanbul’u özlerken galiba hayalimde bir kadın canlandırdım. Bu şehri neden sadece kötü gün dostlarınıza; karanlık köşelerde tecavüze uğrayan, dilenen, vücudunu satmak zorunda kalan seks işçilerine; evde dayak yiyen, okulda hor görülen, iş yerinde taciz edilen kadınlara; huzurevlerinde gün dolduran teyzelerinize yakıştırıyorsunuz?
Baylan Pastanesi’nde birlikte dondurma yediğim bir tatlı teyzeyi canlandırdım gözümde bu belgeselde.
Haydarpaşa’dan denize girer ve açıklarda kaybolur…
Dalar, çıkar, dalar, çıkar… Şakacıdır besbelli.
Yaşlıdır ama gençliğinde sporcu olduğu için atletiktir, çok hızlı yüzer.
Şehir hatları vapuruna binerim, kaptanın ona düdük çalmasını rica ederim.
Elimde taze midye dolmaları vardır…
Bu rolü nedense belgeselde ismi bile anılmayan Altan Karındaş’a çok yakıştırırım.
Hızlı da yüzse, vapur onu açıklarda bir yerlerde mutlaka yakalar.