Nedim Saban
Türkiye’de son günlerde yaşanan gözaltılarda polisin sabahın erken saatlerinde gazetecilerin evlerini basarak, sadece ev halkını değil, medya aracılığıyla “operasyonu” izleyen yüz binlerce kişiyi psikolojik olarak travmatize ettiğini şimdilik göz ardı edelim… Son dalgada bir gazetecinin oğlunun CD’lerinin de parçalandığını, bu çocuğun okula gittiği zaman bugüne kadar toplumun gözünde en onurlu mesleklerden biri sayılan gazetecilik mesleğine sahip olan babasının bir günde saf değiştirerek, devletin en üst makamları tarafından da “terörist” ilan edildiğini şimdilik unutalım!
Göreceli olarak daha “korunaklı” bir hükümlü çocuğu olduğunuzu varsayın. Onun yerine koyun kendinizi! Babanızın Almanya’da çalıştığını sanıyorsunuz. Sizi haftada sadece bir kez 8 dakika arayabiliyor. Tam “onu çok özlediğinizi”, az tanıdığınızı ama tanımasanız da babanız olduğu için gurur duyduğunuzu söyleyeceksiniz ki…” telefon kapanıyor ve bir daha ertesi haftaya kadar asla çalmıyor.
Yanlış bir şey mi söylediniz acaba babanıza?
Cep telefonlarının bu kadar yaygın olduğu bir dönemde neden tekrar aramaz ki?
Bırakın aramayı, neden bir mail atmaz? Neden sadece mektup gönderiyor ve neden bu mektupların zarfları hep “birileri” tarafından açılmış oluyor? Bu devirde mektup mu kaldı hem? Neden facebook’ta eklemez babanız sizi? Bu kadar teknoloji özürlü mü?
Dokuz yaşındayken bir gün pedagogunuz “Anı Yaşamak” diye bir film izlemenizde sakınca görmüyor.
İşte o an, babanızın Ümraniye Cezaevi’nde yatan bir mahkum olduğunu öğreniyorsunuz.
Cezası kesinleşmeyen hükümözlü bir mahkum olduğu için, kardeşinizin doğumuna gelememiş, bu özel güne katılamamış.
Aynı filmde çok sevdiğiniz dedenizin, aslında ölmüş olduğunu, köyden gönderilen bulgurların, tarhanaların amcanız tarafından gönderildiğini öğreniyorsunuz..
Babanızın, hükümözlü bir mahkum olduğu için dedenizin cenazesine bile katılmadığını,
annenizin geceler boyunca niçin hıçkırarak ağladığını, o gün karneniz kötü geldiği için, okulda yaramazlık yaptığınız için, kardeşinizle yumruk yumruğa dövüştüğünüz için değil, babanız cezaevinde olduğu için ağladığını….
“Anı Yaşamak”, Ümraniye T Tipi Sakinlerinden (onlar kendilerini böyle tanımlıyor, ne güzel değil mi) Hakan Metin Mercan tarafından yazılan ve yönetilen bir kısa metrajlı film. Tüm dünyada festivallere katılan bu film bizim Antalya Altın Portakal Film Festivali’nce bir teşekkür belgesine bile layık görülmemiş. Ne yazık ki bu duyarsızlığı, öğretim üyesi olarak toplumumuzun önde kişilerinden biri olarak alkışladığım ancak belediye başkanı olarak hiçbir sanatsal başarıya imza attığına tanık olmadığım bir Akaydın klasiği olarak görüyor ve şaşırmıyorum. Çok mu zordu cezaevinde bu kadar örnek bir işe imza atan mahpuslara selam yollamak? Yoksa eloğlu duyar, kardeşim duymaz diye mi korktunuz?
Ümraniye T Tipi Sakinleri Oyuncuları bu yıl, Üsküdar Cumhuriyet Başsavcısı Ersoy Yüce’nin desteği ve cezaevi müdürleri Mehmet Çıtak ile Cemal Gedik’in, kurum öğretmeni Ömer Gökduman’ın önderliğinde, topluma örnek bir işe soyunarak “Duvarların Dili” adlı bir oyun hazırlamışlar. Ülkemizde cezaevinde tiyatro konusuna yaşamını adayan Devlet Tiyatrosu’ndaki Turgay Tanülkü ustamızdan sonra, çocukluk arkadaşından aldığı bir mektup üzerine ünlü cast direktörü Tümay Özokur da projeye kendisini adamış.
“Duvarların Dili”ni, gazetecilere özgürlük için binlerce kişiyle Taksim’de yürüdüğüm Cuma günü izledim. O gün benim için Tümay’ın “hepimizin mahkum olması an meselesidir” sözleri nedense daha bir anlam kazandı. Tümay bu sözleri, politik bir duruşla söylememişti belki. Arkadaş kurbanı olduğu için evinde uyuşturucu bulunan ya da kan davası nedeniyle hapiste olmayı bile sorgulamayan, arkadaşını ihbar etmeyi ayıp saydığı için arkadaşının silahını bile üzerine alan kişiler için söylemişti. Yıllar önce cezaevinde bulunan böyle bir tiyatrocu dostum olduğunu hatırladım ben. Devrimci ahlakı ihbarcılığa el vermediği için cezasını yatmayı göze almıştı mesela.
Bu zamanda hortlayan “McCarthy”cilik ekolü ihbarcılığı meşru kılmakta. Bırakın içerisini, dışarıyı bile zindan etmek için insanlar birbirini ihbar ediyor, açıkça teşhir ediyor. Biz sanatçılar, dışarıda kötülüğün bu kadar hâkim olduğu bir dönemde Ümraniye’de başlayan bu iyileştirme hareketine ve kurgusu çok ilginç olan bu oyuna destek vermeliyiz. Örneğin Yıldız Kenter gibi bir duayenin, Kocaeli Büyükşehir Belediyesi Genel Sanat Yönetmeni Nejat Birecik’in o gün orada pek çok sanatçıyla birlikte bulunmaları alkışlanacak bir davranış! Projenin başka bir önemiyse, dışarıdan iki hanım oyuncunun, kendi yasaklarını kırarak, iyilik ve kötülük perisi sıfatıyla tamamen erkeklerden oluşan bu kadroya katılmaları.
Adalet Bakanlığı’ndan ricamız içinde “iyilik perisi” olan bu oyunun birkaç gün topluma örnek olması için özel izinle dışarıda da oynanması ve dışarıda çok ihtiyacımız olan iyiliğin salgılanmasına izin verilmesidir.
Oyun bitti, hani derler ya, kulise gelmeyelim, teriniz soğumadan rahatsız etmeyelim diye.
Zaten gidemezdik ki!
Onlar koğuşlarına döndüler.
Cuma akşamı gardiyanlar izinli olduğu için, Cumartesi/ Pazar biz dışarıdayken, onlar içeride, biz kalabalığız, onlar yalnız.
Biz vicdanlarımızın içerisinde kalabalık…
Onlar vicdanlarıyla baş başa!