Şebnem Sözer
Derrida çağında yaşıyoruz; “asla” tamamlanamayacak varoluşların, asla bütünüyle gerçekleşemeyecek eylemlerin, kısacası imkânsızlıklar ve olamazlıkların çağındayız. “Tarih sona erdi”, “söylenecek tüm sözler tükendi”, “yapılabilecek her şey çoktan yapıldı”, yeni ve katıksız bir başlangıç ihtimali çoktan olabilirliğini yitirdi; bugün bizim için, bir zamanlar “dünya” dediğimiz yerden arta kalan bu yıkıntıda, bu boşluğun içinde, çoktan söylenmiş olanları sonsuza kadar tekrar etmekten başka yapacak bir şey kalmadı. Derridagiller, eskiden asla yok edilemez güçte olduğunu sandığımız her türlü zemini ayağımızın altından çekip aldı; özne, varlık, hakikat, deneyim gibi yıkılmaz sandığımız kavramların hiçbiri onların elinden kurtulamadı. Elbette sanat da bütün bu umutsuz tablonun içinde yerini aldı. Bu karanlık tabloya aykırı mı düşünüyorsunuz? Yandınız.
Günün normu Derrida’dır. Bugün herhangi bir şeye yaklaşırken kinik, umutsuz, karanlık bir yerden hareket etmiyorsanız, umuttan, özgürlükten ya da herhangi bir olabilirlikten söz etmeye cüret ettiyseniz, sizi zor bir mücadele bekliyor demektir. İlk aşamada, genç olmakla, olgunlaşmamışlıkla, dünyayı tanımamakla tanımlanmaya başlarsınız. Eğer ısrar ederseniz, ikinci aşamada, dünyanın korkunçluğunu ve hayatın anlamsızlığını kabul etmeye yanaşmayıp kendinizi kandırmakla suçlanabilirsiniz. Hele bir de kazara “mutluluk” ya da “erinç” kelimelerini kullandıysanız, müstehzi bir gülümsemeye ve ardından içinde bulunduğunuz çağa ait olmadığınız, romantik ya da naif olduğunuz “gerçeklerini” duymaya hazır olun. İlk başta, çağımıza ait tüm yanılsamaların altını oymayı hedefleyen, özünde son derece özgürleştirici bir yan taşıyan yapısökümün mahalle baskısı haline gelmesi size garip gelecektir. Sonra bugün neden böyle bir kinikliğin norm olduğunu merak etmeye başlayacaksınız. İçinizde kaçınılmaz bir biçimde yapısökümcüleri yapısöküme uğratma isteği doğacak. Derridagillere dönüp “mutlak olumsuzlama, içinde mutlak olumlamayı da taşımıyor mu?” diyesiniz gelecek ve her sözü, her şeyi yiyip yutan kinizmin sizin bu sözlerinizi de yiyip yutuşunu umutsuzca izleyeceksiniz.
Ömrü boyunca çağa ait söylemler tarafından nasıl baskı altında tutulduğumuzu açıklamakla uğraşmış ve bize günümüze dair son derece karanlık bir tablo çizmiş olan Foucault, 80’lerin başında yanılsamasını açığa çıkardığı sahte özgürlük söyleminin karşısına “özgürlük pratikleri” diye adlandırdığı şeyi koydu. Foucault özellikle “pratik” kelimesini seçmişti, çünkü özgürlüğün ne düşündüğümüz ya da ne söylediğimizde değil, bizzat -ya da bilfiil diyelim- ne yapmakta olduğumuzda saklı olduğunu düşünüyordu. Antik Yunan’da etiğin nasıl kavrandığından söz etti:
“Ethos, olma ve davranma biçimi demekti. Ethos, öznenin olma kipi ve başkalarının çıplak gözle görebileceği bir yapma biçimiydi. …Yunanlılara göre özgürlüğün somut ifadesi budur. …İyi bir ethos’a sahip olan … özgürlüğü belirli bir tarzda hayata geçiren biridir.”[1]
Çağın kinik yapısökümcü söylemi bizi dört bir yandan eylemsizliğe, atalete itiyor ve yaptığımız/yapacağımız her eyleme müstehzi gülümseyişiyle engel oluyor olsa da, bugün “yapmak”tan söz etmeliyiz. Burada sözü edilen, gerçekten, somut anlamıyla “yapmak”tır; ayağa kalkıp üç adım yürümektir. Neyi nasıl yapıyor olduğumuz her şeyi değiştirebilir? Brecht bize insanın düşüncelerini değiştirmesi için yaptığı eylemi değiştirmesi gerektiğini söylemişti.[2]
“Tu, Me-ti’ye gelerek şöyle dedi: Ben de savaşıma katılmak istiyorum. Bana öğret. Me-ti: Otur, dedi. Tu, oturdu ve sordu: Nasıl savaşmalıyım? Me-ti güldü ve sordu: İyi oturduğundan emin misin? Bilmiyorum diye karşılık verdi şaşıran Tu, başka nasıl oturabilirim? Me-ti, ona nasıl oturabileceğini açıkladı. Tu, sabırsızlıkla: Ama ben buraya oturmayı öğrenmeye gelmedim, dedi. Me-ti sabırla: Biliyorum, savaşmayı öğrenmek istiyorsun, dedi, ama şu anda oturduğumuz ve oturarak öğrendiğimiz için iyi oturabilmen gerek.”[3]
Sanat hayatın içinde ona alternatif olabilecek bir eylemde bulunma biçimidir; bir özgürlük edimidir; umutsuzluğun değil umudun alanıdır; yeni ve başka bir dünyanın olabilirliğini biçimlendiren şeydir. Peki, tamam. O kadar ileri gitmeyelim, sanatın gizilgücünü o kadar da abartmayalım. Gene de sanat bizi, zaten içinde yaşadığımız hayatın çoğunlukla yaptığı gibi boğmak için değil, aksine bize bir tutam nefes aldırmak için var değil midir?
Öyleyse sanatçılara umutsuzluğu, mutsuzluğu, olamazlığı, karanlığı anlatmayı yasaklamalı mı? Beckett’e, Kafka’ya baksanıza. Bu noktada yanılgıya düşmemek gerekir. Kafka ve Beckett ve hatta Derrida hiç kuşkusuz bir özgürlük ediminde bulundular. Sır şudur: Hareketlerin iktidarın söylemi tarafından biçimlendiriliyor olabilir, ama bunu bir kez, gerçekten kavradığında, artık aynı kişi değilsin. Dünyaya Kafka’nın baktığı yerden baktığında, “gene yenil, daha iyi yenil” sözünün içinde yankılandığını hissettiğinde dünya artık başka bir yer haline gelir. İşte bu yüzden Kafka’nın ya da Beckett’in dünyalarına girdiğimizde, derin bir nefes almış gibi oluruz.
Estragon: Şimdi ne söylemeliyim?
Vladimir: “Mutluyum” de.
Estragon: Mutluyum.
Vladimir: Ben de.
Estragon: Ben de.
Vladimir: Mutluyuz.
Estragon: Mutluyuz. (Sessizlik.) Peki, madem ki mutluyuz, şimdi ne yapıyoruz?
Vladimir: Godot’yu bekliyoruz.
Bugün, bize ısrarla hayatlarımızın bir anlamı olmadığını söyleyen / (zorla) söyleten kinik yapısöküm çağında, belki de Godot’yu bir daha yazmak gerekiyor.
Estragon: Şimdi ne söylemeliyim?
Vladimir: “Hayatın anlamı yok” de.
Estragon: Hayatın anlamı yok.
Vladimir: Bence de.
Estragon: Bence de.
Vladimir: Hayatın anlamı yok.
Estragon: Hayatın anlamı yok. (Sessizlik) Peki, mademki hayatın anlamı yok, ŞİMDİ NE YAPIYORUZ?
[1] Michel Foucault, “Bir Özgürlük Pratiği Olarak Kendilik Kaygısı Etiği”, H. Becker, R. Fornet-Betancourt, A. Gomez-Müller ile söyleşi, 1984, Özne ve İktidar: Seçme Yazılar 2 içinde. Ferda Keskin (der.), Işık Ergüden ve Osman Akınhay (çev.), 1. Basım, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2000, s. 228.
[2] Süreyya Karacabey, Brecht’ten Sonra. 1. Basım, Ankara: De Ki Basım Yayım Ltd. Şti, 2007.
[3] Brecht’ten alıntılayan Karacabey, s. 40. Bertolt Brecht, Me-Ti’nin Özdeyişleri Kitabı, Ahmet Cemal (çev.), Alan Yayınları, 1982, s. 146.
2 yorum
Nefis bir yazı. Elinize, aklınıza sağlık. Özellikle tiyatromuzda son yıllarda belli bir ağırlık kazanan “in-yer-face” sevdalılarının dikkatle okuması gerektiğini düşünüyorum.
Evet… mutlak olumsuzlama’nın içinde mutlak olumlama da yok mudur? Umumutsuzluğun içinde umut, eylemsizliğin içinde eylem vardır elbette. Aristo’dan adeta bir kırılma noktası olan Hegel’e uzanan çizgide “Eylem”, “İrade” ve “Arzu ya da İştah” ve bunların arasındaki diyalektik ilişkisine bağlı değil midir Fromm’un deyişiyle “Olmak” ya da “Sahip Olmak”? Bunaltı beraberinde daha bir aydınlığı getirmeyecek midir? Bu yazı bütün bunları düşünmeme neden oldu. Kaos ve Kosmos’u da… Elinize sağlık…