Handan Salta
Filistin’de yaşananlar hepimizin malumu, yaklaşık iki yüzyılı aşkın bir süredir devam eden toprak kavgası son 50-60 yılda İsrail lehine bitme noktasına geldi, Filistin halkı bu süre içinde trajedilerden trajedi beğenmek zorunda bırakıldı ve bırakılmakta. Filistinliler küçüle küçüle “çeken” ülkelerinde şehirden şehire belgesiz gidememek, hastaları için ilaç bulamamak, etrafı duvarlarla çevrili gettolarda yaşamak gibi sadece birkaçını saydığımız gayri insani şartlarda var olmaya devam etmekteler. Dünyanın vicdanı olarak görebileceğimiz hemen her kurum bu konuyla ilgili bir tür çaba göstermesine rağmen çıkarlar ve daha büyük ölçekli planlarda vicdan, insan hakları ya da iyi niyet ile ilgili tasavvurlara pek de yer olmadığından sorun yerli yerinde durmakta. Haber bültenine başlar gibi dökülüveren bu paragraf ister istemez yıllardır duyduklarımızı, izlediklerimizi, içimizin acımasını, bir şey yapamamanın çaresizliğini yansıtıyor.
Çaresizce oturup bir şey yapamazken yapanları izliyoruz haliyle. 27 Ocak akşamı Muammer Karaca Tiyatrosu’nda da Rachel Corrie’nin öyküsünü izledik Filistin parantezinde. Kısaca özetlemek gerekirse Barış Gönüllüsü olarak Filistin’e giden ve bir İsrail buldozerinin Filistinli ailenin evini yıkmasına engel olmaya çalışırken buldozer altında ezilip ölen bir aktivist Rachel Corrie. Bir cümlede özetleniveren bu yaşamdan geriye kalanları tiyatro oyunu yapıp dünyanın birçok yerinde oynayarak Corrie’nin cesareti ve saf niyeti kadar Filistin’deki manzaranın acımasızlığı, kural tanımazlığı da görünür hale getiriliyor, bir kez daha anımsatılıyor. Gelişmiş bir ülkenin vatandaşı olarak Rachel’ın gördüğü manzara karşısında kendi ülkesini, koşullarını, dünyanın dinamiklerini, hayallerini vs bir kez daha sorgulamasına tanık oluyoruz.
İronik birşeyler var Rachel’ın öyküsünde. Neoliberal babasının Rachel’ın ölümünden otuz yıl kadar önce Vietnam’da ABD buldozerlerini kullanması mesela. Ya da Rachel öldükten tam iki gün sonra ABD’nin Bağdat’ı bombalamaya başlaması ve Rachel’ın haberinin gazetelerde pek de yer bulamaması gibi.
Üniversiteyi bitirdikten kısa bir süre sonra Filistin’e giden Rachel’ı tanımak için çocukluğuna, günlüklerine dönüyoruz. Sevdikleri ve sevmediklerinin listesini yapan; en sevdikleri arasında E.E.Cummings, Gertrude Stein, Hazreti İsa, Charlie Chaplin ve Rainer Maria Rilke bulunan bu genç kadının çocuksu bir merakla dünyayı anlamaya çalışması vurgulanıyor oyun boyunca. Tıpkı “büyüyünce ne olmak istiyorsun” sorusuna verdiği beş sayfalık yanıtlar gibi Filistin’e giderken de zihnindeki ajandanın yapılacak işler, öğrenilecekler, deneyimleneceklerle dolu olduğunu öğreniyoruz. Bu merak duygusu ve öğrenme arzusuyla ailesinden gelen itirazları bertaraf eden Rachel, “özgür bir insanım rahat bırakın Gazze’ye gideyim” diyerek gidiyor Filistin’e.
Rachel’ın ölümünden sonra Guardian gazetesinin editörü Katharine Viner ve parlak tiyatro geçmişinin yanı sıra popüler kültürde Die Hard’dan ve Harry Potter filmlerinin Severus Snape’inden tanınan oyuncu ve yönetmen Alan Rickman tarafından derlenip toplanan günlükler, e-mailler, tanıklıklar bir araya getirilip Rachel Corrie’nin öyküsü oluşturulmuş. Filistinlilerin intifada hareketinde bir sembol haline gelen Rachel’ın ismi oyunda sık sık telaffuz ediliyor; bu ismin izleyicinin zihnine de yerleştirilmesi oyunun tasarımında önemli bir yer kaplıyor.
Oyun metninde göze çarpan en önemli unsur Rachel’ın en saf haliyle, yargılamadan, bilgiçlik taslamadan, hiyerarşi kurmadan temel insan malzemesine yönelmesi. Bir Amerikalı olarak ilk kez ülke sınırları dışına çıkıp gittiği Rusya’da gördüklerinden etkileniş biçimi, bulunduğu yere olan bağlılığı (her neresi olursa olsun insanlar ve mekân ile kurduğu ilişki) ve o sessiz inadıyla kurduğu hayatı onu bütün aidiyetlerine rağmen yalnızca insan yapıyor.
Rachel’ın hayatındaki ayrıntılar adeta bu kadar hayat dolu birinin öldüğüne izleyiciyi inandırmama üzerine hazırlanmış. Kızılyıldızlı siyah bir t-shirt, haki bir pantolon ve spor ayakkabılarıyla karşımıza çıkan Rachel ile ilgili zihnimizde bir soru işareti kalmasın diye aksesuarların hepsi şeffaf malzemeden tasarlanmış; çanta, dosya, bavul, yelek içindekini saklamıyor. Hayatın hala şaşırttığı, üzdüğü, sevindirdiği Rachel etrafında olan bitene kayıtsız kal(a)mayışı ile belirginleşiyor, gücünün ve bedeninin sınırlarını aşmış olan ismi ve ünü onu aramızda bir yerlerde kurguluyor. İzleyici olarak Rachel’ın sahnede gerçekten var olduğuna inandırılmak durumunda hissediyorsunuz, ya da en azından metnin böyle bir amaç taşıdığını düşünmekteyim.
Tek kişilik oyun olarak tasarlanmış metinde sahnenin arkasına kurulmuş üç cepheli dekorda beliren görüntüler Rachel’ın iç dünyasını yansıtmakta işlev kazanıyor. Yazar ya da yönetmen trajik bir ölümü, trajedisi groteske dönüşmüş bir dünyada anlatmak ve ilgi çekmek için mizahla karışık grotesk kullanmak gerektiğini düşünmüş olmalı. Kardinal kılığındaki Bush, Tom ve Jerry’nin sonsuza kadar sürecek kovalamacaları arasındaki şiddet, gamalı haç ile Davud yıldızının eşitlendiği formül Rachel’ın dünyasının anlatıldığı sade sahnelere tezat oluşturan bu keskin imgelerden birkaçı. İzleyiciden gelen tepkiye göre bu yöntem işe yaramış görünse de algımızda bir yarılma yaratıyor. Belki de gala gecesinde Rachel Corrie’nin anne ve babasının da orada bulunması söz konusu yarılmayı tetikledi. Setenay Yener’in sahneye çıktığında anne babayı selamlamasıyla birlikte tüm izleyiciler için gerçek kurgu çatışması elle tutulur hale geldi. Rachel’ın yalnızca Edward Said’in dediği gibi “kahraman” ve “onurlu” bir figür olmaktan çıkıp ön sırada oturan o yaşlı çiftin kızı olduğu hatırlandı.
Dünyanın bir çok sahnesinde oynanan oyunu çeviren Setenay Yener aynı zamanda Rachel’ı canlandırıyor. Yener ilk sahneye çıktığı andaki heyecanın kısa sürede üstesinden geldiğinde oyun akmaya başladı, anne babayı selamladı ve Rachel olmaya yöneldi. Ancak, geçişler arasındaki kopukluklar oyuncunun değil, metnin sorunu ve arka fondaki fotoğraflar, ara sıra değişen ışık ve müzik bu boşluğu doldurmaya yetmiyor. Hem söz konusu kopuklukları birleştirmek hem de oyuncunun üzerinden bu baskıyı kaldırmak için “zaman zaman rolden çıkıp bir dış sesle, anlatılacak olana giriş yapılsa oyun daha mı iyi akardı” diye kendime sormadan edemedim.
Öykü anlatıldıktan sonra Rachel’ın çocukluğuna dönüyoruz ve yukarıda sözünü ettiğim “öldüğüne inan(dır)mama” meselesi tekrar karşımıza çıkıyor. Daha 10 yaşındayken dünyanın başka yerlerindeki çocuklar için endişelenen bir çocuk olan Rachel Dünya Açlık Konferansı’nda: “… her yerde çocuklar acı çekiyor ve … her gün kırk bin kişi açlıktan ölüyor… Biz, yoksul insanların her yanımızda olduğunu ve bizim onları umursamadığımızı anlamak zorundayız. Biz bu ölümlerin önlenebilir olduğunu anlamak zorundayız.” derken 10 yaşın duyarlılığına muhabbetle ve hayranlıkla bakıyorsunuz.
Oyun, konunun özündeki derin politik, ekonomik ve dinsel etmenlerle her dakika bir propoganda nesnesi haline getirilebilecek bir sorunu hamasetten uzak, son derece serinkanlı ele alıyor. Bu sırada da o politik, ekonomik ve dinsel çıkarların ve etiketlerin altındaki insan unsurunu ararken slogan atmayan, nutuk çekmeyen kurgusu ve rejisiyle farklı bir hayat olasılığını, bakış açısını arıyor. Oyunun sonunda sahneye çıkıp Rachel’ın ölümüden sonra neler yaptıklarını anlatırken ya da Filistin meselesine dikkat çekerken anne Cindy Corrie’nin kullandığı üslup da aynı sadeliği taşıyordu. Yener’i bir kızımız daha oldu diyerek kucaklayan baba Craig Corrie ise farklılıkların, karşıtlıkların yerine koyulabilecek ortaklıkların kıymetini daha güzel nasıl gösterebilirdi?
Yazan: Rachel Corrie, Uyarlayan: Alan Rickman-Katharine Viner, Çeviren: Setenay Yener, Yöneten: Turgay Kantürk, Dekor-Kostüm-Işık Tasarım: Cem Yılmazer, Müzik: Tolga Çebi, Reji Asistanı: Gökhan Bozkurt, Görsel Tasarım: Serkan Arslan, Oynayan: Setenay Yener A…Z Prodüksiyon