Üstün Akmen
Tuncer Cücenoğlu, oyunları Rusça, İngilizce, Fransızca, Almanca, İspanyolca, İtalyanca, Arapça, Farsça, Kürtçe, Bulgarca, Romence, Çince ve daha pek çok dile çevrilmiş, kırkı aşkın ülkede perde açtıran bir yazarımız. İstanbul Devlet Tiyatrosu yapımı olarak izlediğimiz Kadın Sığınağı başlıklı oyununuysa metin halindeyken (Mitos Boyut Yayınevi-Temmuz 2010) okumuş, kendi kendime “keşke sahnelense” dileğinde bulunmuştum. Usta tiyatro “kadını” Serpil Tamur esere sahip çıkmış, sahneye taşımış.
Aile içi şiddet günümüzde, aile üyelerinden biri tarafından aynı ailedeki bir diğer üyenin yaşamını fiziksel ya da psikolojik bütünlüğünü veya bağımsızlığını tehlikeye sokan, kişiliğine veya kişilik gelişimine ciddi boyutlarda zarar veren eylem olarak adlandırılmakta… Bunlar genelde dövme, tokatlama, tekmeleme, yakma gibi eylemlerin yer aldığı fiziksel şiddet; seksüel isteklendirmeye bağlı yapılmış cinsel şiddet; sevgi göstermeme, aşağılama, devamlı eleştirme, kıskançlık, reddetme gibi eylemlerin yer aldığı duygusal şiddet; daha çok çocukların ve yaşlıların maruz kaldığı bir istismar türü olan ihmal ve kişinin parasını yönetmek, şahsa ait paraya ya da kazanç sağlamasına izin vermemek yoluyla gösterilen ekonomik şiddet olarak beş alt grupta değerlendiriliyor.
Nalân Özübek’ten öğreniyoruz ki (Bkz: age Sayfa 93) son yapılan istatistiklere göre Türkiye nüfusunun % 49,7’si kadın ve bu kadınların %19’u okuma-yazma bilmemekte. Eşi tarafından şiddete maruz bırakılan kadınların oranıysa % 39 ve varoşlarda bu oran taaa % 97’ye kadar çıkıyor. Daha önce, “Kadıncıklar” oyununda bir uç nokta olan genelev kadınlarının trajik öykülerini anlatan Tuncer Cücenoğlu, bu kere aile içi şiddete parmak basmış. Değerli eleştirmen Seçkin Selvi’nin dediği gibi: “… erkek egemen düzende ve insana aykırı törelerin devam ettiği ortamda, toplumun hemen her kesimindeki ve çok farklı birikimdeki kadınların ortak sorunlarını (Bkz: age, Sayfa 85)” dile getirmiş. Duayenlerimizden Prof. Dr. Sevda Şener’in işaret ettiğince (Bkz: age, Sayfa 79): “… trajik olanı ülkemiz kadınlarının umarsızlığında gördüğünden, oyununu çağdaş tragedya olarak nitelemiş…” İyi de etmiş.
Tuncer Cücenoğlu’nun “… toplum olarak yüzleşilmesi gereken bir soruna, sığınma evlerinde yaşamak zorunda bırakılan kadınların sorunlarına (Bkz: Prof. Dr. Dikmen Gürün, age, Sayfa 81)” yöneldiği yazılı metnini Serpil Tamur sahneye koyarken, öyle anlıyorum ki Dramaturgu Günay Ertekin kenarda durmuş, susmuş oturmuş. Dramaturgi, sadece çözümleme görevi yüklenmiş bir çalışma alanı değil ki! Nerede yorum? Yok! Yorumun oluşturulmasında dramaturgi çalışmaları temel oluşturmaz mı? Oluşturmamış!
Bilinçli ve titiz bir dramaturgi çalışması yapılmazsa, metin ile gösteri arasında işte böyle kopukluk baş gösterir. Günay Ertekin, Kadın Sığınağı’nda toplumsal sorunlarla hesaplaşmaya yönelen akılcı ve eleştirel bir tutum izlememiş, sahneleme çalışmasında metindeki düşünce dizgesinin ortaya çıkarılması için çaba göstermemiş. Oyunu yazın dilinden sahne diline aktarmadığı gibi, eminim denetlememiş bile yahu! Çorumlunun, Adanalının, Erzurumlunun, Ordulunun, İzmirlinin, Diyarbakırlının dil üslubu, dil jargonu olmaz mı hiç? Ya da varsa bu Dudu Kadın’ın “uyartayım dedim”, Yeter’in “takınıp” sözcüklerinden mi ibarettir Allah aşkınıza? Yönetmen kadar oyunun ayrıntılarına boğulmadığı halde, oyuna dışarıdan bakan bir göz olarak davranmamışsa Günay Ertekin suçlu değil midir? Oyuna dışarıdan bakmadığı ya da bakamadığı için olsa gerek oyunun gıdım gıdım sarktığını, giderek hantallaştığını görememiş olması affedilir mi hiç? Amacım Günay Ertekin’i hırpalamak değil, ama o halde yaratıcı kadroya neden dâhil edilmiş?
Yeşim Alıç’ın hangi dansın düzenini yaptığını kavrayamamakla beraber, Ayhan Güldağları’nın ışık tasarımında oyundaki fonu iyi hesaplayarak, dekorun hangi bölümünün hangi “mertebede” gösterileceğini iyi bildiğini söyleyeceğim. Dekor malzemesinin, saydam iskemlelerin reflesini pek güzel engellemiş. Diğer taraftan, Şirin Dağtekin Yenen’in mutfağı, yemek masasını, üçlü koltuğu neden Efter Tunç’un “Kredi Kartı” ve “Vak’a aaaaa”sının platformu üzerine yerleştirmekle yetindiğini anlamam mümkün değil. Keza, İzmirli ve Cezayir’in ayakkabılarının neden aynı olduğunu, kostümlerin çoğunun neden aynı renk ve aynı tarzdan oluştuğunu çözemediğimi de itiraf edeyim.
Türk tiyatrosunun en saygın oyuncu/yönetmenlerinden Serpil Tamur’u bu çalışmasında, her daim alışık olduğum yeteneği keşfetme gücünü ve tiyatro eserinden aldığı o vazgeçemediği lezzeti kendi eserine katamadığını gözlemledim. Serpil Tamur, oyundaki paydaş kişilerle “şeyleri” bir araya getirmiş ve onların aracılığıyla gene onların yeteneklerini, kişiliklerini harekete geçirip bölüştürerek işi kotarmayı denemiş. Gel gelelim ne yapsın ki, örneğin Nazan’da Melek Gökçer’e ve Cezayir’de Ayla Baki’ye oyuncunun konuşma sesinin, bir uzantısını oluşturduğu bedeninden ve seslendirdiği ya da en azından taşıdığı dilsel metinden ayrı tutulamayacağını öğretememiş. Kendi oyunculuğunda can vereceği karakter arasında hiçbir duygusal temas eksikliği bırakmama özelliğini Zeynep’te Gamze Yapar Şendil’e, Psikolog’da Şule Gezgöç’e belletememiş.
Diğer oyunculardan Hayat Olcay olamazcasına ruhsuz bir Hatun yaratırken, Diyarbakırlı’da Şenay Kösem, Deniz’de Tuğçe Şartekin Karasu görevlerini yapmaktalar. Müge Arıcılar, Güllü’yü dozunda bir abartıyla ortaya çıkarıyor. Usta oyuncu Defne Yalnız iyi oyuncunun, sahne üzerinde üretici-sanatçı olduğunu unutmadan ve unutturmadan Dudu Kadın’a can veriyor, çünkü gösterimin üretimin “temsil edilmesinin” ve izleyicinin aldığı hazzın bir parçası olduğunu biliyor. Genç oyuncu Öykü Başar (1985), hareket ve metni ya da hareket ve sesi birbirinden ayırmak yerine, içinde daha sonra başka birimlerle birleşmesi olası, tutarlı ve uygun bir bütün oluşturmasıyla dikkat çekiyor, geçen sezon “Fesleğen Çıkmazı”ndaki Filiz karakteriyle vaat ettiği umudu sürdürüyor.
Bana sorarsanız, oyunun kahramanı İzmirli Yeter’de Fatma Öney.
Fatma Öney’in oyunun kahramanı olmak konusunda pek zorlanmadığını sanıyorum, çünkü bu işin olmazsa olmazı oyuncudaki “şevk”i elinin altında hazır buldurduğuna eminim. Öney, oyun içinde var olan olguları, onların sıralanışını ve birbirleriyle olan dışsal fiziksel ilişkileri çok iyi biliyor. Sanatsal “şevk”lerini yaratıcılıkla harekete geçiriyor.
Kılı kırk yaran eleştirmen amcasından, kocaman bir “bravo”yu işte böyle hak ediyor!