İki dünya savaşı arasında Batı’da geleceğin sanatının hangi koşullarda yapılacağına dair bir tartışma sürüyordu: Bir yanda Avrupa’da yükselen totaliter rejimler her konuya olduğu gibi “iyi” sanatın ne olduğuna da ancak devletin karar verebileceğini savunurken diğer yanda yavaş yavaş büyüyen ve savaş sonrasında dünyaya egemen olacak ABD sanat endüstrisi, “özgür” sanatı serbest piyasanın şefkatli kollarına terk etmeyi yeğliyordu. Bu bağlamda örneğin Naziler 1937 yılında Münih’te bir “Dejenere Sanatlar Sergisi” açıp Chagall, Matisse, Picasso ve Van Gogh gibi sanatçıları yeryüzünden silinmesi gereken lanetli “ucubeler” ilan ederken aynı isimlerin eserleri birkaç yıl sonra Okyanus’un öbür yakasında birer servet değerini alacaklardı.
Cumhuriyet tarihinin ilerleyiş sürecinde “karma ekonomi” modelini benimseyerek liberal ve devletçi argümanlardan pragmatik bir sentez (belki de bir ucube) yaratan Türkiye, benzeri bir formülü daha geniş bir zaman dilimi içerisinde sanatın devletle olan ilişkisini kurgularken de devreye soktu. Özellikle 1980’lerden sonra inanılmaz bir hızla büyüyen bir sanat endüstrisi inşa edilirken –ki bunun son ve en verimli aşamasını şu anki yerli dizi sektörü oluşturuyor– diğer yandan 1930’lardan kalma devletçi modelin yaşatılmasına –devlet tiyatroları, devlet sanatçılığı, devlet yardımı vb. uygulamalar aracılığıyla– devam edildi. Hangi iktidar başa gelirse gelsin devletle sanat arasındaki bu ucube ilişki biçimini istisnasız biçimde korumayı tercih etti. Devletçi olmayan ve gerçek birer muhalif olmayı benimseyen sanatçılar her dönemde hapis cezalarından, “akıllı olsun” tehditlerinden ve aforoz ayinlerinden kurtulamazken, her iktidar kendi “makbul” sanatçısını yarattı.
Şu anki iktidar partisinin sanat komiserliğine soyunan önemli isimleri –beğenelim ya da beğenmeyelim sonuçta estetik kriterlere bağlı biçimde ele almamız gereken– çeşitli sanatsal ürünlerini, bir uzman edasıyla eleştirip muktedir olmanın verdiği güçle yerin dibine batırırken, aslında Cumhuriyet tarihinde sağlam bir geleneğe sahip olan bu tavrı yeniden üretmekten başka bir şey yapmamış oldular. Sonuçta şu gerçeği bir kez daha hatırlamakta fayda var: Özgürce üretmek isteyen sanatçının her şeyden önce –hangi görüşü savunursa savunsun– iktidarla arasına bir mesafe koyarak işe başlaması gerekiyor. Yoksa söz konusu ucubenin bir ucu da ister istemez size dokunur.
2 yorum
Şehir Tiyatroları için ne düşünüyorsun?
Bu gün pek çok ilimizde şehirlerin belediye hizmetlerine bağlı olan Şehir Tiyatroları mevcut. En büyüğü de İstanbul Büyük Şehir Belediyesine bağlı.
Belediyeler ile Devleti bir birinden ayrı mı değerlendiriyorsun?
Serbest piyasanın ‘şefkatli’ kolları derken bir kinayede mi bulunuyorsun yoksa bu ‘şefkate’ gerçekten inandığınızı mı anlatmak istiyorsun millete?
Hayır merak ediyorum gerçekten. Tiyatro’yu Baltalamak için mi yazıyorsun, Yüceltmek için mi?
HMA
Sayın Habibe Merih Atalay
Bu kısa editör yazısında, bu portali üreten kadronun genel görüşlerini ifade eden ve olabildiğince ayrıntılardan arındırılmış yazılar kaleme almak gerekmektedir. Bu haliyle bu yazının ne devletçiliği, ne de serbest piyasa ekonomisini savunmak gibi bir amacı yoktur. Kendi varoluşunu farklı ve alternatif bir yoldan kurmaya çalışan bir sanat hareketinin yirmi yılı aşan deneyimlerinden yola çıkılarak bazı saptamalar yapılmaya çalışılmaktadır. Sonuçta Mimesis dergisi de bir devlet üniversitesinin yayınevi tarafından yayınlanmaktadır. Ama ne tam anlamıyla bir devlet yayınıdır, ne de serbest rekabet koşullarına uygun bir yayıncılık yapmaktadır. Şu anda yorumunuzun yayınlandığı portal için de benzer şeyler söylenebilir.
Bizce bu alternatif varoluş biçimlerinin çoğalması sanatçıların bir çok konuda daha özgür olmasına yol açacaktır. Bunun tiyatro sanatını yüceltip yüceltmeyeceğine çıkan ürünler üzerinden izleyici ya da okuyucular karar verecektir.
Yorumunuzu bizimle paylaşarak tartışmanın gelişmesine katkı sağladığınız için teşekkür ederiz.