Serkan Fırtına
Kafka, “Ölümün olduğu bu dünyada, hiçbir şey çok da ciddi değildir aslında…” derken birçok şeyi özetliyordu. Yaşamın anlamsızlığını bir kenara koyarsak ölümdü asıl olan ve bunu bilerek yaşayabilmek.
“Her ölüm erken ölümdür. Biliyorum tanrım” diyen Cemal Süreya da haksız değil, hangi ölüm erken değil ki…
Ölüm üzerine bilimsel ve teolojik tartışmalar insanlık tarihi boyunca sürüyor ve sürmeye devam edecek. Teknolojinin, yapay zekânın geldiği evreyi düşününce dünyadan yok olma düşüncesi belki ileride arkaik bir tanımlama olarak kalacak. Her ne olursa olsun insanın sevdiği, bildiği, tanıdığı birini kaybetmesi çok üzücü bir durum. Duyarlık ölçümüze göre savaşlar gibi birçok kıyım, okuduğumuz, gördüğümüz kaza, cinayet, hastalık her ne olursa olsun birçok ölüm bizi durup düşünmeye sevk edebiliyor.
Üniversite yaşamım boyunca tiyatro ve yazarlık üzerine kendisinden bazı dersler aldığım sevgili Evren Nazım Arat’ı da İzmir’de sonsuzluğa uğurladık. Evet, ölüm bir nevi sonsuzluğa ulaşma evresi.
Tanışlar, tanıdığını düşündüklerin, yaşamının bir bölümünü neredeyse her gün birlikte geçirdiğin, dünyanın herkesi başka iklimlere dağıttığı, başka şekillere soktuğu kişilerin cami avlularındaki birlikteliğini anlatabilmek için yazar olmaya değil ama bu zaman dilimini kaldırabilmeye yarayacak bir ruh ve beden dinginliğine ihtiyaç olduğu kesin.
Evren Hoca ile zaman zaman atışırdık. Düşünsel, sanatsal ve eğitim konusunda ters düştüğümüz şeyler olurdu. Şimdi geçmişe dönüp baktığımda bunların da insan yaşamında önemli olduğunu düşünüyorum. Sürekli uyumluluk ilişkisi bana samimiyeti zayıf ilişkiler toplamı olarak geliyor.
Yazının başında belirttiğim ölüm hakkındaki bilimsel ve teolojik yaklaşımların; teolojik kısmının, Evren Hoca’yı defnettikten sonra dönüş yolunda metroda karşıma oturan iki ilahiyat öğrencisinin kulak misafiri olduğum konuşmalarında karşıma çıkmasının yarattığı tesadüfe tebessüm ettim. Neredeyse kırk beş dakika süren yolculuk boyunca dinlediğim bu ikilinin seküler yaşam ile dini yaşam arasındaki açmazları konuşmaları ve özellikle ölüm konusunu ele almaları ilgimi çekmişti. Bu konuyu bir oyuna taşıyabilir miyim diye düşünmedim değil. Evren Hoca hemen kulağıma fısıldadı. “Çatışmayı geliştirecek durum ve karşıtlıklar henüz net değil” “Haklısın Hocam” dedim. “Ben şu an için not alma ve dramatik malzemeyi şekillendirme evresindeyim.”
Öğrencilik dönemimizde Boran’ın evinde Evren Hoca ve birkaç arkadaşla birlikte Pink Floyd’un efsane kayıtlarından biri olan Pompei konserini izlemiştik. Güzel bir sohbet ortamı dönmüştü. Grup konserde “Echos” adlı 24 dakikalık şarkısında evreni, hiçliği, varoluşu ve yaşamı anlatan, müzikte yapılabilecek deneyselliğin en üst evrelerinden birini gösteriyordu. O gün o kaydı izlerken de, şimdi bu yazıyı yazarken ve o şarkıyı tekrar dinlerken de aynı ruh halindeyim… Şarkının en can alıcı noktasındayım: “Öyleyse açıyorum pencerelerimi ve sana sesleniyorum, gökyüzüne doğru.”
Baki’nin de söylediği gibi, “Âvâzeyi bu âleme Dâvûd gibi sal / Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş”; yani “Asıl mesele baki kalan bu kubbede hoş bir seda bırakmak”. Bunu doğru yazmasaydım Evren Hoca kesin bir hata bulurdu.
Bu dünyadan Evren Nazım Arat geçti. Süleyman Demirel Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sahne Sanatları Bölümü hocalarımızdan biriydi. Yüzlerce öğrenciye ışık oldu. Hem Hoca, hem Abi ve hem de arkadaş oldu. Hoşça kal güzel insan…
Tiyatro Gazetesi Şubat 2025 sayısında yayımlanmıştır.