Pınar Erol
(Her annenin bu başlığın önüne kendi ismini koyarak okuması ricasıyla)
Morgan Llyod Malcolm, ismini ülkemizde ilk olarak “Yaban Arısı” (“Wasp”) oyunuyla duyuruyor. Ona ödül kazandıran “Emilia”dan altı sene önce yazmaya başladığı “Mum” sırasını bekliyor ve ilk kez 2021 yılında İngiltere’de sahneleniyor. Ve Filiz Küçük’ün radarına girdiğini tahmin ettiğim bu oyun da ufak bir sıra bekledikten sonra bizde ilk kez oynanıyor. İki kez anne olan yazar, bu oyunu kısmen kendi deneyimlerinden yola çıkarak ve aslında süreci anlamak için kaleme alıyor. Niyeti elbette annelerin yaralarını kanatmak değil; onları ellerinden tutup bir katarsise götürmek. Yine de kendisinin izleyemeyeceği bir oyun yazmış olmaktan endişe ediyor. Oysa bu tabulaşan konuların konuşa konuşa normalleşeceğini biliyor. Ve -nasıl önemli- annelere umut vermek istiyor. Çoğu arkadaşından önce anne olduğu için onu zamanında uyarmayanlara, onu nelerin beklediğini söylemeyenlere de sitemlerini gönderiyor. Ondan altı ay kıdemli bir arkadaşının “Nasıl hissettiğini biliyorum ama geçecek. Ve düşündüğünün aksine sen iyi bir annesin” sözüyse ona müthiş bir rahatlama sağlıyor. Malcolm da aynını diğer arkadaşları için yapmak istiyor. Ve doğum sonrası depresyonu yaşayan tüm annelere bu oyunu armağan ediyor. Anneliğin dehşetli güzelliğini, biricikliğini, onu hem bu kadar güçlü hem de bu kadar zayıf kılan yönlerini bir bir anlatıyor. Öyle halden anlayan, gönül alan bir oyun bu! İzleyen her anne, yoğun bir gerçeklik, can yakıcı bir betimleme içeren oyunla derin bir özdeşlik kuruyor. O yollardan geçen biri olarak ben de ne iyi yapmış da bu oyunu yazmış diyenlerdenim. Sevgili babalar, evlatlar, kayınvalideler, arkadaşlar ve anneleri ilk elden çevreleyen diğerleri, bu oyun sizlere de yazıldı. Sakın üstünüze alınmamazlık, oyunu izlememezlik etmeyin. Bari ben bu konuda sizi zamanında uyarabilmiş olayım. Yoksa oyun çıkışında nice anne-seyircinin yüzüne yerleşen o anlaşılmanın getirdiği minnet ifadesini kaçırırsınız. O yüzlerde, eleştirmenlerin bile kolayına anlatamayacağı dolaysız ve samimi bir değerlendirme var.
(Anne) Olmak ya da Olmamak
“Tatlı Ekşi Tiyatro” ve “Biletinial”ın ortak yapımcısı olduğu “Mum”, Melisa Kesmez tarafından Türkçeye çevriliyor ve adına “Kutsal” deniliyor. Bu isabetli seçimle neyi tartışacağımız da daha başından belli oluyor. Bakalım bu kavramı mabedinden çıkaracak mıyız? Anneliği bir taraftan tanrıçalaştırıp bir taraftan basitleştirirken duracağımız yeri bulacak mıyız? Kutsal deyince aklım Yunan tragedyası “Medea”ya gidiyor. Onun çocuklarına yapmış olabileceği şeylerle bu oyundaki şüpheler arasındaki ilişki dikkatimi çekiyor. Nina (Seda Türkmen) üç ay önce doğum yapıyor ve anksiyete, yetersizlik, tükenmişlik, kronik yorgunluk, uykusuzluk, aşk-nefret, bağlılık, muhtaçlık, kayıp ve hormonlar girdabında “ideal anne” normlarına uymaya çalışıyor. Oyun, travmanın gölgesinde akıl sağlığını korumaya, bebekli hayata adapte olmaya çalışan Nina’nın eşi ve kayınvalidesi tarafından küçük bir molaya zorlanması üzerine kurulu. Yakın arkadaşı Jackie (Ümmü Putgül) ne büyük şans (!) bebek sonrası bakım alanında çalışıyor ve o kızlar gecesinde Nina’ya eşlik ediyor. Birbirinin zıttı olan babaanne ve anneanne rollerinin tek kişide (Neriman Uğur) toplanması kasıtlı olmalı. Böylece bir nevi “Pearl Pearl’e Karşı” durumu yaşanıyor. Birbirinden ayrışan annelik modelleri sergilenirken bir annenin içindeki çatışma da aynı kaynaktan yansıtılmış oluyor. “Nina” isminin de rastgele seçilmediğini düşünmem abartı olur mu bilmiyorum ama tiyatro dünyasının bu ünlü karakterinin “özgürlüğü” ve “sorumlulukları” arasındaki sıkışmışlığı bana taa oralardan (1895’ten) göz kırpıyor. Dolayısıyla oyun, tarih galerisinden nice annenin yanına uğrayıp onların gözden kaçmış davranış biçimlerini sebepleriyle birlikte günümüze taşıyor. Gözden kaçmış yerine görmezden gelinen demek daha doğru olur. Çünkü her kadının doğum yaptığında sezgisel olarak bebeğine annelik yapacağı düşünülüyor. Dahası ve fenası; o kadının sırtı yine bu sözlerle sıvazlanıyor. Söylemeyi unuttum, bu kadın karakterlerin arasında bir de sahnede hiç görmediğimiz koca (David) ve bebek (Joe) var. Ama hiç sorun değil, konu bebek bakımı olunca erkekleri yaşam sahnesinde de çok görmüyoruz nasılsa. Hamilelikle birlikte bebeği anne karnına gömerek bu içkin ilişkinin dışında kalmayı iyi biliyoruz.
Oyun Başlıyor
Metaforlarıyla birlikte deniz kenarındayız. Yüzmeyi çok seven ama artık fırsat bulamayan Nina’yı boğulma noktasına getiren süreç gözümüzün önünde bir ileri bir geri akıyor. O su, plasenta kadar yeni nesil annelerin tercih ettiği suda doğumu da düşündürüyor bana. Bir de bu var; annelerden hep en iyisini yapmalarını beklemek! O ilk sahnede hissedecek gibi olduğumuz huzur, anında yerini kaosa bırakıyor. Zemin ayaklarının altından kayarken Nina, Joe’yu doğuruyor. Ama ne doğurma! Her şey savruluyor. Tam o bebekli evlerin dağınıklığı var şimdi karşımızda. İçinde ışığı da barındıran dekor tasarımı (Cem Yılmazer) rejiye ve oyunculuklara fazlasıyla yardımcı. Neredeyse renklerden bir dramaturji yapılmış. Doğum anında yaşanan o kızılca kıyamet renkler, minnoş bebek renklerine bürünüyor şimdi. Ve mavinin, pembenin, yeşilin, sarının, morun, grinin tüm o açık uçuk tonları birbiriyle harmanlanıyor. Derken bu güzelim renkler tekrar cayır cayır kırmızıya, karanlık siyaha, durağan beyaza, uzayan maviye dönüşüyor. Oyun boyunca hangi mekânda olduğumuzu da içinde bulunduğumuz durumu da dekordan yansıyan değişken ışıktan anlıyoruz. Karşımızda saydam bir sahne tasarımı var. Dekor gerçekten ışık saçıyor. Dekor dediğimiz; toslamalık bir duvar edasıyla dikine duran bir dikdörtgen. Onu da küçük kareler bütünlüyor. Oyuna Nina’nın tarafından baktığımıza göre, tetris formundaki bu soyut dekoru da pekala onu hapseden labirent kadar, bebeklerin üzerinde oynadıkları mata, oyuncak bebek küplerine ya da çözülmeyi bekleyen bulmacaya benzetebiliriz. (Tetrisin travma sonrası stres bozukluğuna iyi geldiği önermesini de dipnot olarak ekleyeyim.) Nina’nın aklındaysak onun en büyük kâbusunu yaşıyoruz demektir. O yüzden bu renk cümbüşündeki Kafkaesk ruh, psikolojik bir dramanın ışık huzmesi gibi sızıyor oyuna. Ömer Sarıgedik tasarladığı müzikle, gerilimi leitmotif olarak tüm oyuna döşüyor. Yaptığı ses tasarımıyla da can alıcı cümlelerin sonuna ünlemi yapıştırıyor.
Bir Gececik Mola
Eşi ve kayınvalidesi, Nina’ya bir jest yaparak bebeğe kayınvalidenin evinde bakacaklar. Kafasını dağıtması ve o gecelik anneliğini unutması beklenen Nina’nın bunu becerdiğini ve jestin hakkını verdiğini söyleyemeyiz. Çünkü onun aklı da fikri de dili de hep bebeğinde, -kelimenin tam anlamıyla- yüreği ağzındadır. Yani ne hissediyorsa hiç süzgeçsiz arkadaşına anlatır, ona içini döker. Anne olunca ilk önce kendinden vazgeçen kadınların hemencecik kendilerini salmasını nasıl bekleyebildik ki zaten? Jackie’yi canlandıran Ümmü Putgül, anlayışlı yakın arkadaş ve tarafsız uzman arasında geçirgen bir rol çiziyor. Destekleyici, yol gösterici arkadaştan ketum profesyonele geçerken Nina’nın söylediği ikircikli şeylere ister istemez dikkat kesiliyor. Buna ister kötüyü çağırmak deyin, ister kendi kendini gerçekleştiren kehanet; korkulan oluyor ve bebeğin hastanede olduğu haberi geliyor. Madem sarsılmış bebek sendromundan söz ediyoruz neden lohusaların da bebekler kadar hassas ve yaralanmaya açık olduklarını unutuyoruz? Prosedür gereği ifade veren tanıklar ve sanıklar yer değiştiriyor. Nina da kendini savunmak durumunda kalıyor. Zira annelik yargılanmaya çok açık bir pozisyon. Kurulan mahkemede Ümmü Putgül, manipülatif sorularıyla o anneyi kıskacına alırken eğip büktüğü bedeni ve yırtıcı sesiyle yargılayan herkesin imine dönüşüyor. Ödün vermediği dürüstlüğü onu bir de otoritenin sesi yapıyor. Her birinde dengeli olan oyunculuk ölçüsünü de metnin verdiği izne göre belirliyor.
Anneler Savaşı Başlıyor
İşte şimdi karşı karşıya kalan annelerin savaşı başlıyor. Her iki anne de (Pearl ve Nina) oğulları için aslan kesiliyor. Birine hak verip diğerine vermemek olur mu? Sahnede izlediğimiz üç annelik modelinin ikisi Neriman Uğur’a emanet. Ben yine Antik Yunan’a kadar gideceğim ve kıskanç anne sendromuna adını veren Kral Oedipus’un annesi Jocasta’yı anacağım. Uğur’un sergilediği o eski kafalı anne (babaanne) ve sorumsuz anne (anneanne) yorumlarının aldığı kahkahayı duyduysanız siz de toplumsal rol dağılımına ve o zihniyete verilen tepkiyi fark etmişsinizdir. Diğer taraftan kendisine zar zor anne diyebileceğimiz (anneanne) örneklemenin dürüstlüğüne ne demeli? Nihayetinde her annenin bir annesi var ve her babayı bir anne yetiştiriyor. Kız çocuklarına söylenen “anne olduğunda anlarsın” sözü nesilden nesile geçen genetik mirasın sloganı gibi. Ve hakikaten yaşanmadan anlaşılmıyor! İşte Uğur, yelpazeli oyunculuğuyla tüm bu cümleleri sahneden kurmayı başarıyor.
Seda Türkmen Kendini de Doğuruyor: Sahneye Bir Yıldız Bırakıyor
Ana yüreği denir ya… İşte o yüreğin içinde fedakârlık, evham, sakınma, yetersizlik diye uzayıp giden korkular zincirleme biçimde birbirine eklenirken nedense isyan etme hakkı kendine pek yer bulamıyor. İşte Seda Türkmen, topyekûn o yüreğin kendisini oynuyor. Oyundaki ölüm-yaşam, evlatlık-ebeveynlik döngüsünde çırpınan bir anne oluyor. Kendini anlatabilmek için var gücüyle haykırıyor. Haykırdıkça sesi çatallaşıyor, gırtlağı yırtılıyor. Bazen de öyle bam tellerine dokunuyor ki bizi gülmekten kırıp geçiriyor. İnsan Nina’ya sarılmak, onu sakinleştirmek, bağrına basmak istiyor. Keza öyle bir Nina’yı var ettiği için Seda Türkmen’e de. Başından sonuna kadar hiç inmediği sahnenin her sekansında çevik. Bize anneliğin türlü çeşitli hallerini gösterirken ne ara gülüp ne ara burnumuzu çektiğimizi anlamıyoruz. Tüm doğrular ve yanlışlar sağanak bir tiratla ağzından dökülüyor. Bir de bebeğine asla zarar vermeyeceği konusunda üçüncü şahısları ikna etmesi gerekince -olayın saçmalığından olsa gerek- bir çizgi film karakterine dönüşüyor. Çaresizlik/ivedilik içinde kendini bir de böyle ifade etmeye çalışıyor. Ve bu sefer bedenden/sesten oluşan yeni bir dille konuşuyor. Tuğçe Ulugün Tuna’nın hareket tasarımı, Türkmen’i harekete geçiren sebepleri çok güzel bedenliyor. Hiçbir devinim, tasarlanmış bir koreografi gibi durmuyor. Türkmen-Tuna işbirliğinden isyanı, meydan okumayı, yenen yumrukları vücudunun her zerresiyle dışa vuran görkemli bir ifade çıkıyor. Zaman Nina’nın aleyhine işliyor, panik artıyor ve “imdat” diyemeyenlere acil müdahale gerekiyor. Mavi-kırmızı siren renklerinden oluşan afiş tasarımı (Ervin Esen, Ali Güler) bence bunu da anlatıyor. Melisa Kesmez’in her iki dile olan hâkimiyeti sayesinde yaptığı her çeviri, kendi dilimizde yeniden yazılıyor. Bunu her zaman beğeniyorum ama bu sefer “dilek dile” tabiri, “ütü ütüle” yanlışındaki gibi kulağımı tırmalıyor. Söylemeden geçmek istemiyorum.
Tuğrul Tülek: “Teldeki Adam”
Gelelim bu sezon prömiyer yapan Tiyatro Garlik’in “Karanlık Şarkılar”ından sonra şimdi de “Kutsal”daki yönetmenliği ile adından söz ettiren Tuğrul Tülek’e. Tesadüfe bakın ki her ikisi de çağdaş ve ödüllü İngiliz yazarların oyunları. Ve ikisi de tam onun kalemi metinler. Bu kor meseleyi, insanın içini sökmeden anlatacak bir dil bulması ne kadar yerinde. Ve mizah ne güçlü bir dil. Birbirine eklediği ifade biçimleriyle belli ki ne kahkahanın hesabını yapıyor ne de acının peşinden gidiyor. Bizse en çok ağlanacak yerlerde kahkahayı patlatırken aslında “aynen öyle, çok doğru yakalamışsınız” demeye çalışıyoruz. Bir yandan da bu hassas konunun işlenmesinden duyduğumuz memnuniyeti dile getirmek istiyoruz. O benim için “Teldeki Adam” olmaya devam ediyor. Her rejisinde teli biraz daha geriyor ve kendi de biraz daha yükseğe çıkıyor. Oyun başladığı yerde bitince bir oh çekiyoruz. Madem -ana yüreği bu- olasılıklar içinden en iyisini seçmek istiyoruz. Anne olmayanların iyi ki anne değilim dediği, anne olanların da iyi ki anneyim dediği bir cennet/cehennemden çıkıyoruz. Ve herkesin akıl vermek için sıraya girdiği ama kimsenin sormayı akıl edemediği “nasılsın” sorusunun cevabını da ancak verebiliyoruz: “Sayenizde daha iyiyiz…”
KÜNYE
Yazan: Morgan Llyod Malcolm
Yöneten: Tuğrul Tülek
Çeviren: Melisa Kesmez
Oyuncular: Seda Türkmen, Neriman Uğur, Ümmü Putgül
Yapımcılar: Tatlı Ekşi Tiyatro, Biletinial
Uygulayıcı Yapımcı: Irmak Uzun
Dekor ve Işık Tasarımı: Cem Yılmazer
Kostüm Tasarımı: Seval İşgören
Koreograf: Tuğçe Ulugün Tuna
Müzik Tasarımı: Ömer Sarıgedik
Yardımcı Yönetmen: Şakir Güler
Reji Asistanları: Cansu Sabancı, Emre Arslan
Yapım Asistanları: Meltem Satıloğlu, Ali Yiğit Pekyener
Görsel İletişim Tasarımı: Ervin Esen
Afiş ve Tanıtım Fotoğrafları: Ali Güler
Sosyal Medya İletişim: Emirhan Savaş
İletişim Ajansı: bkz. İletişim
Telif Hakları Ajansı: Onk Ajans