Pınar Erol
Vedat Türkali, Konya-Akşehir’den İstanbul’a bir hasret şiiri yazar. Eşi Ayşe Merih Hanım, kızları Deniz’i doğuracağı zaman İstanbul’da yanlarında olamaz. O sırada Akşehir’de askeri okulda edebiyat öğretmenidir. Aynı zamanda bir yoldaşının yolunu gözlediği için oradan ayrılamaz. İşte o özlem, umuda ve kavuşmanın güzelliğine sarılan dizeler olarak çıkar karşımıza. Bir sevda şiiridir yani. Aynı zamanda Tevfik Fikret’in “Sis” şiirine cevap niteliğindedir bu “İstanbul” şiiri. Fenalıklara karşılık olarak güzellikleri gösteren. Biz onu daha çok “Bekle Bizi İstanbul” diye biliriz. Olmaz da hâlâ çıkaramayanlar varsa “Salkım salkım tan yelleri estiğinde…” diye başlasak herkes eşik eder şarkıya. Her birimiz, kendi anlamlarımızı yükler öyle söyleriz şarkıyı. Tuhaftır ki hepsine de içtenlikle karşılık verir o bilindik melodi. Öyle kapsayıcı, öyle inandırıcıdır. Kimimiz de “Bir Gün Tek Başına” romanında yer alan şiir olarak biliriz. Sayfa numarasına kadar hem de. Şimdi de Tiyatro Dea’nın “Feramuz Pis” ve “Gabriel’in Düşü”nden sonra, üçüncü yapımı olan “Sen Ne Güzeldin Aşkımızın Şehri” olarak anacağız onu. Şiirden romana, romandan tiyatroya ilham taşıyan formuyla. Tiyatro Dea’nın her üç oyunu da Sema Elcim’in kaleminden çıkma. Üçü de farklı duyarlılıklarla yazılmış. Ama sanki bu son oyunu, Vedat Türkali yazdırmış Elcim’e. Ruh, aynı ruh. Pekâlâ romanlarındaki kahramanlardan biri olabilir bu yeni tanıştığımız Ebru da.
Oyun, ilk gösterim tarihi olan 24 Ocak’ta izlediğimden beri öyle çok konuştu ki benimle, öyle diretti ki yazılmak için; işte karşınızdayız. Eski zamanda kalmış bir dostun aniden karşınıza çıkmasıyla nasıl üşüşürse ilgili anılar, öyle üşüştü hafızamdakiler de. Bir birini hatırladım, bir diğerini. Kişisel tarihimizin toplumsal hafızayla paslaşmasına bakın. Çatı katında odun ve kömürlerin arasına kamufle edilen çuval çuval kitapların yakılması mesela. Kim bilir kaç kütüphane yok oldu böyle. “Sakıncalı” sözcüğünün sakıncası öyle göreceliydi ki… Yine de dilimizden düşmüyor, inanılmasa bile önlemler alınıyordu. İzmir’de Bornova Anadolu Lisesi’ni yatılı okuduğum yıllarda, yatakhanede usulca Ahmet Kaya dinler, en son onun şarkılarıyla dalardık uykuya. “Şafak Türküsü” hele kahreden bir ağıttı bizim için. İdam cezasıyla hapis yatan Nevzat Çelik tahliye edilince bir imza günü düzenlenmişti. Tabii ki oradaydık. Bitmez gibi görünen kuyrukta sıra bize yaklaşınca heyecandan fenalaşmış, hiç istemesem de dikkatleri üzerime çekmiştim. Nevzat Çelik de yanıma gelip bana sarılmış, teskin etmeye çalışmıştı. Yetinmeyip yanındaki sandalyeye oturtmuş, imza bitinceye kadar da yanından ayırmamıştı. Sanki ikimizin imza günü! Öyle absürt bir görüntü. Devamı da var, -nasılını sormayın- günün sonunda gittikleri meyhanede de yanındaki sandalyedeyim. Üstelik on yedi yaşındayım. Ebru’yla yaşıtım yani. Kazara o gün solcu oldum diyemesem de; o gün rakıcı oldum diyebilirim. Sonrasında üniversitede “Para Yök” yazılı bir döviz taşıdığımı hatırlıyorum. Hem eylem koyuyoruz hem sanata düşkünüz. Sinemayı, tiyatroyu öğreniyoruz. Öğrenci kulüplerinde de aktifiz. Çok geçmeden öğrenci, simitçi, yemekhane görevlisi (!) sivillerle tanışıyoruz… İşte o paranoya hiç bitmiyor. Neyse konu ben olmadığıma göre yazının özüne, oyunun konusuna geçeyim.
Ebru, Bursa’da yaşayan on yedi yaşında, üniversitenin eşiğinde bir genç kız. Ona can veren Naz Çağla Irmak, bunu söylediğinde defterime ilk notumu düşüyorum: “İnanıyorum”. Oyun boyunca da inancım sarsılmıyor. Oyuncunun dizginlenemez hayat enerjisi, capcanlı bir karakter oluşturuyor sahnede. Samimi, iştahlı, meraklı, kusurlu, dürüst, sempatik… Yani tek sözcükle söylersek “gerçek”. Buna rağmen anne ve babasını taklit ettiği yerlere soru işareti koyuyorum. Hissettirdiği yaş doğru tınlamıyor gibi. Gencimiz, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ni kazanıyor. Tıpkı Vedat Türkali gibi. Tıpkı Vedat Türkali’nin “Bir Gün Tek Başına” kitabındaki Kenan gibi. Bambaşka sebeplerle asker olma ihtimali aklıma gelince neyse ki yırttı bizimki diye seviniyorum. Nereden bilsin yavrucak ilerde teğmenlerin başına gelecekleri.
Ebru, kendine rol model olarak zamanında öğrenci liderliği yapan ama şimdi sürgün olan dayısını seçiyor. Aralarında gidip gelen mektuplar üzerinden onun büyüme hikâyesini izliyoruz. Kimliğini aradığı mekânlarda biz de onunla semt semt İstanbul’u dolaşıyoruz. İnsan önce beraber slogan atacağı grubu, sonra da kalabalık içinde kendi sesini arıyor. Kendini öğrenci hareketlerinin içinde bulan (doğrusu bulmak için uğraşan) Ebru, Mustafa’yı da orada buluyor. Memleket aşkına, bir de “Öpülmeyi bekleyemeyen hep öpmek isteyen” bu güzelim aşk ekleniyor. Devrime layık sloganlar aranıyor, bulunuyor. Ağıza oturmayan o laflar, o körpe ağızdan çıkmaya çalışıyor. O dünyada kendine yer edinme çabasının şuursuzluğu bilseniz işi nerelere vardırıyor. Gerçi biliyorsunuz. Türkiye’nin yakın tarihinin dehlizlerine savrulan Susurluk kazası, Manisalı gençler davası, 28 Şubat olayları, Cumartesi anneleri, faili meçhuller, fişlenmeler, karakola çekilmeler, devlet destekli şiddetler oyunda bir bir kendini hatırlatıyor. 90’lar Türkiye’sinin siyasal iklimi gözümüzün önünden geçiyor. Yani bu oyunla, istese de istemese de politik olan tiyatronun içeriği de politik oluyor. İşin güzeli; gerçekçi bir kalemin bunu, kişilerin etkileneceği yerleri nasıl özgür bırakarak yazdığını görmemiz.
Yazar ve yönetmenin kurguya verdiği önemi görüyor ve seviyorum. Baştan söyleyeyim, bu ağır olacağı sanılan metinde, tersine işleyen bir reji dili var. Hiç öyle körüklemeye yeltenmeyen; gülümseten, yer yer kahkahayı koyverdiren bir içerik-biçem buluşması bu. Oyuncunun seyirciyle flörtü, aralarında bir etkileşim, bir alışveriş sağlıyor. Yönetmen Nagihan Gürkan, tiyatronun tüm unsurlarının el ele vermesine imkân tanımış. Çoklu ifadelere yer vermiş. Kolektif yaratımı öncelemiş ve Naz Çağla Irmak’ı sahnede bir başına bırakmamış. Kaidelerin üzerinde gibi duran dekoru kafamda da yerleştirmeye çalışırken oyuncunun bize göre soldaki parçaya gitmediğini buna rağmen dekorun sahnede yer kapladığını düşünüyorum. Okuyunca anlıyorum; meğer sırasını bekliyormuş ve buna “performansını bekleyen dekor” diyorlarmış. Öyle enstalasyon gibi durmaları boşuna değilmiş yani. Çok geçmeden dekorun da aksesuarın da akıştaki yerlerinin geldiğini görüyoruz zaten. O bahsettiğim konumda yaratılan görsel işte, ruhumda havai fişek patlatıyor. Öyle güzel bir an geliyor. Keza oyuncak ayının hikmeti de zamanı gelince anlaşılıyor. Onların üzerine düşen ışık ve video art, oluşturdukları işbirliğiyle bizi başka boyutlara götürüyor. Soyutlama ve nesneleşme birbirini takip ediyor. Biz de böylece mekânları algılıyoruz. Işık tasarımı Utku Kara’ya, video art Kaan Temizkan’a ait. Sayelerinde görünen ve vurgulanan uzamdayız biz de. İstanbul’u martı ve vapur sesinden azade düşünemeyiz. Müzik ve ses tasarımını yapan Vehbi Can Uyaroğlu da düşünememiş elbette. Sanki biz de İstanbul’u dinliyoruz gözlerimiz kapalı. Ne dinlemesi; düpedüz görüyoruz! Özgün müzik, folklorik unsurlarla kimlik kazanırken notalardan bir resim çiziliyor. Ahmet Kaya şarkılarına ek olarak Nazlı Serra Yıldırım’ın okşayan sesi de oyunda hoş bir seda bırakıyor. Hareket tasarımında Salih Usta, oyuncunun vücut dilini genişletiyor. Saatin tik taklarını Çağla’nın gövdesinde görmek hoşuma gidiyor. Hele finaldeki stilize hareketler, Türkiye gerçeğini özetlemeye yetiyor. O üç hareketlik döngü, sayfalarca anlatılacak şeye karşılık geliyor. Kostüm tasarımında Işıl Çelik, tüm çağrışımları tek bir tulumda toplamayı başarıyor. Dramaturjiyi üstlenen Selen Korad Birkiye ve süpervizörlüğü üstlenen Ayşenil Şamlıoğlu ekibin ağır toplarından. Varlıklarının ve katkılarının sağladığı güç bir yana, ekibin birlikte olmaktan duydukları sevincin kanıtları gibiler. İşte bu sinerji, en az estetik yaratım kadar kıymetli bence. Öyleyse yukarı da bahsettiğim kişilere ek olarak dış seste Çağdaş Tekin’i, afiş tasarımında SHU! Ajans’ı, afiş styling’de Ozan Kırbıyık’ı, fotoğrafta Esra Fıstık’ı, yönetmen yardımcısı Büşra Yeşilay’ı, prodüksiyon amiri Cenk Sökmen’i, ışık uygulamada Batuhan Yıldız’ı, dekor uygulamada Oğuzhan Bayrak’ı, uygulayıcı yapımcı Lemur Company’yi, retouch’ta Command P, Kenan Aydın’ı ve motion’da Ercan Karasu’yu da bir avazda kutlayayım yaydıkları güzellik için. Ve yarım kalan yüzleşmeler için son sözümü ekleyeyim: “Boşuna çekilmedi bunca acılar… Bekle bizi İiis taaan buuul”