Cüneyt Uzunlar
görünmez hikâye anlatıcılığı
adına hikâye anlatıcılığı (story telling) denen görünür ‘üstyapı kurgusu’, ne logosa, ne enformasyona yenik düştü ve ne de metaya dönüştürülerek sistem tarafından içerilebildi. çünkü zaten bu görünür hikâye anlatıcılığı logosun, enformasyonun ve değişim değeri taşımaklığın, diğer bir deyişle iknânın ve rıza üretmenin pek uzağında olmadı; başlarda sadece karın tokluğuna himâye altında yapıldı, sonra sonra iyi kazanç sağladı, gide gide şirketleşti, tröstleşti, devletlerin, gizli-açık servislerin hizmetinde kullanılmaya başlandı. tarihte ve günümüzde bu görünür hikâye anlatıcılığı, yeryüzünün ilk şehirlerinden itibaren, anlatanın etkin, seyircinin/dinleyicinin edilgen olduğu bir rejimdir. ta ki eğitimli bireylerce okunabilen yazılı biçimine ulaşana dek. o noktadan sonra bir okura dönüşen seyirci/dinleyici önceki konumuna göre çok daha fazla etkinleşti. çünkü okur, hikâyeyi kendi başına görselleştirmek, seslendirmek, sahneler kurup kaldırmak zorunda kalacak, yaratıcı güçlerini çağırmaksızın anlatıyı deşifre edemeyecekti. görünür hikâye anlatıcılığının bu yazılı biçimlerinde süre gelen enformatif kalıntıların farkına, elbette eğitimli birey varabilecekti. gene de diyebiliriz ki anlatıcıyla-okuru eşitleyen, okuru etkinleştiren ve onun bir ruh kazanmasına vesile olan yegâne görünür hikâye anlatma biçimidir roman, hikâye, masal, tiyatro, senaryo, şiir kitapları.
oysa dostlar başka bir hikâye anlatıcılığı daha vardı ve hâlâ var: gündelik hayatın içinde bulunan; etkileşime dayalı; muhabbet, sohbet, diyalog gibi olağan biçimlerde zuhur eden; anlatıcının ve seyircinin birbirini şekillendirdiği; asla seçkinleşmeyen, benzerleriyle yarıştırılamayan bir görünmez hikâye anlatıcılığı rejimi bu. burada, kemikleşmiş, anlatıcının karşısında konumlanan bir seyirci ya da tersi seyirci karşısında konumlanan bir anlatıcı kalıbı yok. buradaki zemin kaygan; anlatan seyirciye, seyirci anlatıcıya her an dönüşebilir. roller ne zaman, nasıl yer değiştirecekleri kestirilmeksizin birbirine karışabilir. kimin kimi ikna ettiği, kimin rıza ürettiği belirsizleşebilir. ebeveyn mi çocuğa çocuk mu ebeveyne hikâyesini anlatmaktadır. bir toplu taşıma aracında yolculuk edenler, sağanak yağmurda bir saçak altında toplananlar, komşular, mahalleliler, sanayinin ustaları, fabrikanın çalışanları birbirlerine, birbirlerinin hikâyelerine, birbirlerinin görünmez hikâye anlatıcılığına maruz kalır. gündelik hayatın içindeki bu hikâye anlatıcılığı, böylece bir çeşit görünmez tiyatro, tarafların hem kendini, hem karşısındaki, hem dünyayı anlamlandırdığı bir tür temâşa olarak belirir. biri başından geçeni anlatır diğeri onu seyrederken sorar, laf atar, yahut âniden kendi hikâyesini anlatmaya başlayıverir; ben ve o karşıtlığının gerilimi yerini herkesin anlatısına meydan veren karnavalesk bir ‘boş alan’a, bir ‘forum’a, kaotik bir ortama bırakır. üstelik bu türden bir anlatma becerisine ve/veya zanaatına erişebilmek için, yaşıyor olmak dışında ek bir eğitime de gerek yoktur. gündelik hayatın, anlatı esnasında seyirci olabilen hikâye anlatıcıları, birbirlerini besler, yetiştirir; birbirlerinden öğrenirler. fakat biz, gene bu (altyapıya direnç gösteren) bir tür bir görünmez üstyapısal hikâye anlatıcılığını, burnumuzun ucunu göremediğimiz gibi göremeyiz. çünkü bu nevi hikâye anlatıcılığı bir gücün tekelinde olamayacak, alınıp satılamayacak kadar yaygın, sıradan ve herkese aittir. ayrıca, görünmez hikâye anlatıcılığı, yalnızca altyapının değil, insan psişesinin ve insanın ait olduğu doğanın bir ürünüdür. televizyonlarda ünlülerin kendi aralarında söyleştiği, geyik yaptığı yahut seyircileri konuşturuyor görünürken şamar oğlanına çevirerek yönlendirdiği komik-î medya moderatörlerin şov programları yahut da bağlamı dikkatle korunan, konukları dikkatle seçilen ‘siyaset meydanı’ türü forum programları görünmez hikâye anlatıcılığını nakte çeviren formatlardır. zira, söz konusu programlar milyonları edilgen kılarak, milyonları kendi hikâyelerine kapatıp üzerlerine enformasyon boca etmekten, rıza üretmekten başka bir iş görmezler.
ve dostlar, bu görünmez hikâye anlatıcılığında doğal ki tasarım, plan program, halkla ilişkiler, sunum gibi organizasyonlar yoktur. burada, topa gelişine vurulur, hikâyeler provasız, hazırlıksız, doğaçlama anlatılır. burada belki de, daha şimdiden gelecek özgür, çoğulcu, çeşitlilikçi, “herkesin farklı hepimizin eşit” olduğu önkabulüne dayalı, ezen ve ezilen diyalektiğinin değil, eşitlerin, hür insanların diyalektiğinin egemen olduğu bir dünyanın sahici ilişki biçimi gözlerimizin önünde capcanlı kaynayıp duruyor. bunu zamanla ama açıkça görmeme yardım eden, aynı zamanda yarenim olan dostlara; şahsen tanışmasam da 🙂 kendilerinden çok şey edindiğim peter brook ve augusto boal’e teşekkürü borç bilir, walter benjamin ile byung chul han’ın ‘görünür hikâye anlatıcılığı’na yönelik tespitlerine teessüfle yaklaştığımın altını bilhassa çizmek isterim. somut, gözlemlenebilir bir şey paylaşmam gerekiyor gibi geliyor. her ne kadar bir organizasyonun ürünü olsa da hayatın içinden derlenen, human belgeseli’ni, vaktiniz yoksa sadece ilk anlatıcıyı seyretmenizi rica edeceğim; hayatın içinde dolanan anlatının kudretinin, ucundan acık, görülüp sezilebilmesi bakımından bunu faydalı buluyorum. o ilk anlatıcıyı seyrederken lütfen kendinize sorun, siz de onun gibi bir hikâye anlatmak istiyor musunuz.
görünmez hikâye anlatıcılığın sadece sanatı, zanaatı değil pedagojimizi de dönüştürebilirliği açık. oyunculuk dersinde talebelerden başlarından geçen, çok da mahrem ve travmatik olmayan, bir hâdiseyi sahneye çıkıp anlatmalarını rica ediyorum. hemen hepsi büyük bir keyifle kalkıp anlatıyor. seyreden diğer talebeler bazen anlatıcıya soru soruyor, bazen laf atıyor. hikâye anlatımı, yer yer diyaloğa sohbete dönüşse de, devam ediyor. herkes hikâyesini anlattıktan sonra soruyorum, dinlediğiniz hikâyeler gözünüzde canlandı mı, siz de sanki bizzat kendiniz yaşamışçasına hikâyelerin içinde yaşadınız mı ve dinlediğiniz hikâyeleri gene kendiniz yaşamışçasına yeniden anlatabilir misiniz. yanıt yüzde doksan dokuz virgül dokuz evet oluyor. peki diyorum sonra, tiyatroda seyrettiğiniz oyunların hikâyelerini hatırlıyor musunuz, bize anlatabilir misiniz. cevap büyük ölçüde hayır oluyor. bir tiyatro oyunundan aklınızda kalan ne peki. dekor, kostüm, ışıklar, müzik, oyuncuların ses tonları, tanınmış olup olmadıkları, ne kadar becerikli, yetenekli oldukları ve tabi seyirci profili. yani maruz kaldığımız seçkin gösteri sanatları ekseriyetle bizde sadece etki, cazibe yaratıyor. üzerimizde bir güç, kudret izi bırakıyorlar. peki hikâye? o pek yok. aslına bakılırsa o zaman ortada görünür bir hikâye anlatıcılığı var ama bir hikâye anlatıcılığı pek yok.