(Ümit Güçlü’nün Birgün’de yayımlanan haberini okurlarımızla paylaşıyoruz.)
İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında ülkemize gelen dünyaca ünlü Sırp yönetmen Milivojevic, “İçinde yaşadığımız dünya giderek kâbus, kaotik, ‘gerçek dışı’ bir yer oluyor. Gerçekliğimiz bazen kurguya benziyor” dedi.
Yönetmen Nikita Milivojevic, Shakespeare’in en güçlü eserlerinden Macbeth ile İstanbul’a geliyor. Yüzyıllar önce İngiltere’de büyük etki yaratan bu politik trajedi, İstanbul Tiyatro Festivali’nde 12 ve 13 Kasım tarihlerinde Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda sahnelenecek. “Hayatta, dışarıdaki şeyler büyük bir hızla değişirken, insanın içindeki şeyler çok daha yavaş ve farklı şekillerde hareket eder. İnsan insandır; dört yüz yıl önce de bugün de kendine hep aynı soruları sormuştur” diyen ünlü yönetmen Nikita Milivojevic ile bir araya geldik. Shakespeare’in güncelliğini yitirmeyen eseri Macbeth üzerinden günümüzü konuştuk.
Bu uyarlamada hangi unsurlardan ilham aldınız? Shakespeare’in metnini nasıl yorumladınız?
Macbeth, bir yönetmenin yıllarca hazırlandığı, hayalini kurduğu ve aynı zamanda “korktuğu” türden bir meydan okumadır; tıpkı Macbeth’in kralı öldürmeye yönelik hisleri gibi. Shakespeare’in en ünlü ve sık alıntılanan düşünceleri arasında “Macbeth uykuyu öldürdü. Macbeth artık uyumayacak” ifadesi özel bir yer tutar. Shakespeare ve oyunlarındaki rüyaları ele alan pek çok ilginç çalışma var. Shakespeare’in tüm büyük trajedileri arasında Macbeth’in en çok rüyalarla bağlantılı olduğu düşünülür (Freud da Macbeth’i ele almıştır). Bu anlamda performansımız, rüyalar üzerine bir araştırmadan doğdu. Çeşitli rüya imgelerinden esinlenildiği için performanstaki ana karakterin, Macbeth’in kafasında gerçekleşen “Rüya (Her ne oluyorsa)” olduğunu söyleyebilirim.
Oyun sürecinde en zorlu anlar nelerdi?
Bir noktada şöyle der: “Tek o kalıyor ortada, o olmayan şey” Bu harikulade düşünce bana tüm oyunun yorumlanması için bir başlangıç noktası olarak göründü. Cadıların Macbeth’e kehanetlerde bulunduğu andan itibaren gerçeklik bir kâbusa dönüşür, her şey onun dengesiz zihninin bir meyvesinden ibaretmiş gibi görünür; sahneler gerçekten rüyalardan çıkıyor gibidir: her biri, onun sürekli üzerinde güvensizce bocaladığı bir bıçağın ucu haline gelir. Tüm bunları akılda tutarak performansta benim için kişisel olarak ilgi çekici olan şey, içinde yaşadığımız dünyanın da giderek kâbus, kaotik, “gerçek dışı” bir yer olduğu izlenimiydi. Gerçekliğimiz bazen gerçekten kurguya benziyor. Bu nedenle performans bir tür “Felliniesque”* dünya görüşü içeriyor. Benim için Macbeth büyük ölçüde bir “trajik fars”**tır.
Hem uyarlayan hem de Zeljko Piskoric ile beraber sahne tasarımında yer alarak sahneleme, kostüm ve mekân tasarımı gibi unsurlarla bu trajedinin karanlık atmosferini nasıl yansıtmayı düşünüyorsunuz?
Bana göre Macbeth, bir oyun olarak her daim son derece “görsel” olmuştur; bu nedenle Richard III veya Kral Lear gibi eserler karşısında sahnelenmek açısından çok daha caziptir. Oyun, rüyalardaki çeşitli imgelerden beslendiği için öncelikle derin bir duyusallık taşımaktadır. Anlatıyı seyirciye farklı bir şekilde, bir duyusal deneyim olarak iletmeyi hedefliyoruz. Prodüksiyonun tüm unsurları – müzik, ışık, ses – aynı mozaik parçasının bileşenleridir. Tıpkı rüyalar gibi kişiliğimizin “bilinçaltı” yönlerini, akılcı zihnimizden çok daha fazla etkilemektedir.
Karakterlerin içsel çatışmalarını nasıl daha belirgin hale getirdiniz? Özellikle Macbeth ve Leydi Macbeth’in ilişkisini nasıl yeniden ele aldınız?
Shakespeare’in dünyasının temelini oluşturan üç sihirli kelime vardır: Korku, vicdan, rüya. Macbeth’te, Shakespeare’in diğer eserlerinin çoğundan farklı olarak, üçü de sağlam bir şekilde bütünleşmiştir. Macbeth, sanki Dostoyevski’nin bir kahramanıymış gibi çelişkilerle dolu, daha fazla seviyeye bölünmüş bir karakterdir ve bu da onu doğal olarak ilginç kılar. O ne gördüğümüz şey ne de gördüğümüz kişi. Bir noktada bunu kendisi de söylüyor “olduğu kişi değil”, bu yüzden performansımızda Macbeth üç aktör, Leydi Macbeth ise altı aktris tarafından canlandırılıyor. Her biri kişiliklerinin sadece bir parçasını temsil ediyor, hepsi kesinlikle birbirinden çok farklı; bu da etkileşimlerini çok daha karmaşık hale getiriyor.
İktidar olmak ve gücü ele geçirmek için her şeyi göze almak, günümüzde sıkça karşılaştığımız bir olgu.
*“Felliniesque”, ünlü İtalyan yönetmen Federico Fellini’nin film tarzını tanımlayan bir terimdir. Fellini’nin eserlerinde genellikle görsel olarak çarpıcı, hayalperest ve gerçeküstü unsurlar bulunur.
**“Trajik fars” terimi, ciddi ve trajik unsurların yanı sıra komik veya absürt unsurların da bulunduğu bir durumu ifade eder. Yani, olayların ağır ve dramatik bir arka planda geçerken, aynı zamanda gülünç veya absürt yönler taşıdığı anlamına gelir.