Erdoğan Mitrani
1966 doğumlu Mark Ravenhill’in ilk uzun oyunu ‘Shopping and F**king’ ilk kez 1996’da sahnelendiğinde İngiliz tiyatro ortamına bomba gibi düşmüş, çağdaş tiyatro için bir zirve ve dönüm noktası olarak kabul edilmişti. Sarah Kane ile 1990’larda gelişen “in-yer-face/ yüzüne tiyatro” akımının önemli temsilcilerinden biri olarak görülen Ravenhill, İstanbul seyircisinin yabancısı değil. Tiyatro Sıfırnoktaiki’nin ilk yapımlarından ‘Açık Saçık Birkaç Polaroid’, DOT’un 17 kısa oyundan oluşan ‘Vur, Yağmala, Yeniden’iyle ‘Alışveriş ve S…ş’ adıyla sahnelediği oyunlardan tanıdığımız önemli bir yazar.
Bir arkadaşınızın başarısı sizde hiç imrenme ve kıskanma duyguları uyandırmadı mı? Sizin hâlâ ayaklarınız çamurdayken birilerinin, üstelik sizden daha yetenekli olamayan sizin gibi birinin, şöhret olup gökkubbede parıldamalarına hiç mi kızmadınız? İçten içe, birer İkarus gibi yere çakılıp parçalandıklarını ya da yandıklarını hiç mi hayal etmediniz?
Ravenhill’in 2006’da yazdığı ‘Pool (No Water) / Havuz (Su Yok)’ bu konuyu ele alan, arkadaşlığın kırılganlığına, başkalarının başarısının var ettiği iki yüzlülüğe, içgüdüsel kıskançlığa ve hınca odaklanan, kirli gerçekleri ve konuşulamayanları konuşabilmesiyle de müthiş sağlam ve çarpıcı bir metin.
Dört başarısız sanatçı arkadaş, ulaşılmaz kusursuzluğun peşinde oldukları, toplumun kaybedenlerine gerçekten destek olmaya çalıştıkları gençlik yıllarını hasretle anmaktadırlar.
Aradan 15 geçmiş, kanser ve AIDS yedi kişilik grubun ikisini alıp götürmüş, biri de dünyanın öbür ucuna yerleşmiştir. Beşinci arkadaşlarının hem sanatsal hem parasal başarısını mutlulukla karşıladıklarını söyleseler de, her sözcüklerinden, LA veya benzeri yerdeki varlıklı yaşamına burun kıvırmalarından, onun başarıp kendilerinin başaramadıklarına hasetleri hep hissedilmektedir.
Aradan geçen on yıl dörtlüyü manen ve maddeten yıpratmış da olsa, yaşamın zevklerinden el etek çekmiş değillerdir. Hiç birinin adı belli olmasa da bir iki cümlede kadın olduğu anlaşılan arkadaşları onları evine davet ettiğinde eski güzel günleri yeniden yaşama fırsatını kaçırmazlar ve uzunca bir yolculuğun ardından ona ulaşırlar. Gece yatmadan önce, arkadaşları yıllar önce yaptıkları gibi, hep birlikte, bu kez bahçesindeki havuzda çıplak yüzmeyi teklif eder. Havuz kenarında karanlıkta soyunurlar; önce ev sahibesi sıçrayıp yükseldikten sonra suya atlar. Suya dalan bir bedenin sesi değil, su olmayan havuzun dibindeki betona çarparak kemikleri kırılan bir vücudun sesi duyulur.
Neyse ki kadın ölmemiştir. “Arkadaşları”, ambülans çağırıp hastaneye birlikte gitmek, doktorlarla görüşmek, uyanıp uyanamayacağı komadan çıkmasını beklemek için evine fiilen yerleşmek dahil, onun için her şeyi yaparlar. Kadın komada yatarken resimlerini çekmeye başlayan dörtlü bunu bir sanat projesi olarak görse de, maddi bir getirisi olacağının da farkındadır. Kadın uyanıp, komadayken resimlerini çektiklerini öğrendiğinde kızacağına, tüm düzelme safhalarını resimlemeye devam etmelerini ister. Giderek onlara bir türlü ulaşamayacakları şöhreti ve parayı getirebilecek proje dört arkadaşın elinden çıkmaya, iyileştikçe kontrolü eline alan arkadaşlarının malı olmaya başlar…
Mark Ravenhill’in arkadaşlık kavramını artı ve eksileriyle didik didik eden, bununla da yetinmeyerek başkalarının yaşadıklarını bir sanat projesine dönüştürmenin etik boyutunu irdeleyen sağlam metni, Olmadı Kaçarız Yapım & Tiyatro Zip’in projesi olarak sahnede.
Oyunu Mert Öner yönetmiş, sahne tasarımını Cem Yılmazer, ışık tasarımını Yasin Gültepe, müzikleri Arkadaş Deniz Koşar ve Mekin Sezer üstlenmiş.
Mert Öner’in yaratıcı, müthiş tempolu, yetişmiş olduğu DOT’un en iyi işlerinin tadını anımsatan sahnelemesi usta işi. Ravenhill’in anlatıcı tiyatrosu olarak tasarladığı oyunda, hikâyeyi Adil İrfanoğlu, Ata Şimşek, Oğuzhan Aksu ve Umur Berk Seven seyirciye aktarıyor. Öner adları bile belirlenmemiş dört karaktere öncelikle derinlikli birer kişilik, birer ruh üflüyor. Biri hafif kırık, bir diğeri keş, öbür ikisinin hem maddi durumu iyice, hem de daha aklı başında gibiler. Ama dördü de, yaşamla ölüm, başarıyla fiyasko, sevgiyle nefret konularında aynı rahatlıkla tartışıyor, kendilerini sorguluyor, kimi zaman kendini haklı çıkarırken kimi zaman kıyasıya yargılıyor. Dört dörtlük ekip oyunculuğu doğal, rahat ve müthiş inandırıcı. Dur durak bilmeyen beden kullanımları ve tükenmeyen enerjileriyle sahnede adeta fırtına gibi esiyorlar.
Mert Öner ile Cem Yılmazer’in yarattıkları mekân çok etkileyici. Arka planda, üzerine vitrin mankeni parçaları iliştirilmiş görkemli panonun önünde oyuncuların oturduğu dört tabure dışında bomboş dört köşe oyun alanı sadece anlatının gücüyle havuza, hastaneye, malikâneye dönüşüyor. Yönetmenin çok parlak bir buluşu da birkaç manken parçası ile, kendisinden sadece söz edilse de oyunun başkarakteri beşinciyi oyuna dâhil etmesi. Karakterin, bir el, bir kafa, bir yarım gövde, bir kol ve bir tek ayakla var edilişiyse çok başarılı.
Sonuç olarak ayrıksı bir yazarın çok başarılı metninin ustalıkla sahnelendiği, kesinlikle izlenmesi gereken bir oyun. 12 Kasım ZorluPSM Studio’da ve sezon boyunca sahnelerde.
Kadınlar kadını yargılıyor ‘The Welkin / Gök Kubbe”
“Gök Kubbe oyununda kadınlar, çamaşır yıkamak, ütü yapmak, çocuk bakmak, dikiş dikmek, yemek yapmak gibi ev işlerinden kafalarını kaldırıp gökyüzüne bakmaya fırsat bulamaz. Sally hariç. ‘Gökyüzüne baktım’ diyen Sally, hayal gücüyle, fantezileriyle, sıra dışı ve uygunsuz nitelendirilen davranışlarıyla farklı bir yerde konumlandırılmasına rağmen, bir ‘kahraman’ olmanın çok ötesindedir. (…) Kirkwood’un kadınları, ezberlerin, kalıpların dışında hayata dair tüm renkleri ve zenginlikleri taşımaktadır. Kirkwood’un, kadınların toplumdaki yerini, kadınlık hallerini, kadının kendine atfedilen toplumsal görevlerini, varoluşunu, kendini gerçekleştirme mücadelesini; pasif, etkisiz, kurban rolü üzerinden değil, insana dair tüm çatışmaları barındıran bir yerden inşa ettiği görülür.”
Yönetmen Ali Gökmen Altuğ
‘Gök Kubbe’ Türk seyircisinin ‘Önce Bir Boşluk Oldu Kalp Gidince, Ama Şimdi İyi’ ve ‘Kim Bu Ben’ oyunlarıyla tanıdığı Lucy Kirkwood’un yazdığı, geçen yılın parlak ve ödüllü ‘Sivrisinekler’inin ardından İBBŞT’de repertuarına alınan ikinci oyunu.
Yarattığı derinlikli karakterler aracılığıyla insan ilişkilerini didik didik ederek, çoklukla toplumsal ve siyasi temaları ele alan 1984 doğumlu İngiliz oyun ve senaryo yazarı Lucy Kirkwood’un 2017’de sahnelenen oyunu ‘The Welkin / Gök Kubbe’ 1759 İngiltere’sinde geçiyor olsa da Sivrisinekler’de olduğu gibi kadınlık hallerinden, cinsiyetçilikten, hatta Brexit tartışmalarından izler taşıyan müthiş sağlam metniyle, zamanımızın çelişkilerine uzanan güncel ve çağcıl bir yapım.
Dört ay önce kocasını terk edip tanımadığı bir adamla kaçan Sally Poppy, sevgilisiyle birlikte bölgenin güçlü ve zengin Wax’lerin çocuğunu öldürmek ve parçalamakla suçlanmaktadır. Cinayeti işleyen adam asılmış, o sırada onunla birlikte olan Sally, hamile olduğunu söylediği için, dönemin yasalarına göre, asılmaktan kurtulup Amerika’ya sürgün edileceği için, asılması ertelenmiştir. Mahkemece, farklı kesimlerden, farklı önyargı ve görüşlere sahip 12 kadından, Sally’nin gebe olup olmadığına karar vermeleri istenir. Bunlar Sally’nin nihai yargıçları değil (bu görev tabii ki erkeklerin sorumluluğundadır) hamilelik olgusuna karar verecek bir tür jüridir. Oybirliğiyle karar çıkana kadar mum, ateş, yiyecek bulunmayan bir odada tutulan kadınların yanında, tartışmalara katılması kesinlikle yasak olan Mübaşir Bay Combes vardır. Başka bir kadının hayatı üzerine adil bir karar vermek, sanıldığı kadar kolay değildir. Hele ki, yerel ebe ve çamaşırcı Elizabeth Luke, Sally’nin adil olmayan bir karara kurban gitmediğinden emin olmak için her acele hükmü inatla irdelyip soruşturdukça… 12 kadın Sally hakkında bir yargıya varmaya çalışırken, kendi geçmişlerine, bağlarına ve kadın olmaya dair gerçekler de ortaya dökülür.
Dramaturgisini Sinem Özlek’in, müziğini Emrah Can Yaylı’nın, dekor tasarımını Barış Dinçel’in, kostüm tasarımını Gamze Kuş’un, ışık tasarımını Mustafa Türkoğlu’nun, efekt tasarımını Metin Küçükyılmaz’ın, hareket düzenini Senem Oluz’un üstlendiği oyunu Ali Gökmem Altuğ yönetiyor. Sivrisinekler’i de yöneten Altuğ o oyundaki olağanüstü görsel etkiyi Gök Kubbe’de aramamayı, Kirkwood’un usta işi metnine ve dört dörtlük bir toplu yorum çıkaran ekibine güvenerek daha klasik bir anlatıma gitmeyi yeğlemiş. Bunda haksız da sayılmaz çünkü metni aktarmada oyunculuklar çok başarılı. Aslıhan Kandemir’in argümanlarına ve ahlaki değerlerine rağmen hâlâ yanılabilir, ayakları yere basan, sempatik Elisabeth’iyle Serap Öztürk’ün dönüşümlü olarak gaddar, aşağılayıcı, saygısız ve vahşi Sally’sinin öne çıktığı 13 kadın oyuncu, inandırıcı ve doğal bir ekip oluşturuyorlar. Karakterlerin kapatıldığı odada, kadın çoğunluğunun ötekileştirdiği suskun Bay Coombes’un baskıladığı öfkeyi oyunun sonunda hunhar, hınçlı ve vahşi bir şiddete dönüştüren Eraslan Sağlam çok etkileyici.
Usta işi çok katmanlı bir metnin, hak ettiği başarıyla sahnelendiği, izlenmesi şart yorumu. Sezon boyunca İBBŞT sahnelerinde.