Fringe Festival’den The Kitchen Dance | Görünmez Emeğin Sömürüldüğü Bir Alan: Mutfak

Pinterest LinkedIn Tumblr +

(Yağmur Yüksel’in Evrensel’de yayımlanan yazısını okurlarımızla paylaşıyoruz.)

İstanbul Fringe Festival bu yıl 13 Eylül’de Alan Kadıköy’de açılışını yaptı. İlk olarak 1947’de Edinburg’da düzenlenen ve Türkiye’de de 2019’da ilk edisyonunu gerçekleştiren festival 21 Eylül’e kadar devam edecek. Bu yılın açılış oyunu Yunanistan’dan gelen “The Kitchen Dance” idi. “The Kitchen Dance” ikinci gösterimini yine Fringe Festival kapsamında 18 Eylül’de gerçekleştirecek.

Oyunun konusu şu şekilde tanıtılıyor: “Ev işiyle tamamen özdeşleşmiş olsa da mutfak aynı zamanda toplumsal eleştiriden uzak bir kadın itiraf mekanıdır. Bitmek bilmeyen bir el işi hapishanesi -genellikle zaten çalışan kadın için ek bir görev- ve bir aile ocağıdır ve aynı zamanda bir ibadet yeri, bir buluşma yeri ve bir kutlama yeri olduğu kadar, bir kadının tüm bir yaşamın muhasebesini yapabileceği ve küçük bir kişisel devrim başlatabileceği bir yer haline gelir.”

Bu tamamıyla mutfakta geçen oyunu anlamlandırmak için öncelikli olarak bakmamız gereken dış bir çerçeve var:

Mutfak nedir? Yemek yapılan yer. Yemek yenen yer. Yemek nedir? Arkasına saklanan emeğin bu kadar kolay gölgelendiği yalnız birkaç iş yükünden biri. İnsan dediğin yemek yer. Ön kabulüyle günde üç öğün. Bir insan ömrü boyunca kaç kez yemek yer? Ve o yediği yemeklerin kaçını başkasının elinden yemiştir? Bazıları saatlerce sofra kurar. Bazıları sadece sofraya oturur. Ücretlendirilmeyen ev içi emeğin görünmez kılındığı ve bunun da ev içi emeğe toplumsal olarak atanan kadınları sömürdüğü bilinmeyen bir gerçeklik değil. ’60’lı yıllardan, yani birinci dalga feminizmden beri konuşulan bir konu. Bu yüzden mutfağa romantik bir bakış açısıyla bakıyor olmak; büyük ailelerin coşkuyla yediği yemeklerin sanki o büyük aileler ve yemekler kadın emeğini hiçe saymıyormuş gibi naif ama tehlikeli de bir bakış açısını yansıtıyor. O mutfak, neşenin ardına insan hayatının belki de en büyük emeğini sığdırıyor.

EMEK DE SÖMÜRÜ DE BİÇİM DEĞİŞTİREBİLİYOR

Oyunun başında bir mutfak görüyoruz. Bir sürü eşyasıyla, masasıyla, saklama kaplarıyla ve ne hikmetse ütü masasıyla… Sonrasında bir kadın, rüyadaymış izlenimi yaratan bir hareket kalitesiyle giriyor mutfağa. Tepesinde dönüp duran erkek sesleri, müzik, uğultular… Öncelikle mutfakta bir kadın var ama bu kadın kim? Saçında bigudiler, üzerinde bir sabahlık. Baştan aşağıya karikatürize bir “ev” kadını imajı çiziyor. Kim böyle giyiniyor ki? Bu soru şu yüzden önemli: Karikatürize ve eskide kalmış bu imaj en az eserdeki ev içi emek tartışması kadar demode gözüküyor. 70’lerde yapılmış olsaydı belki de çok ciddi bir tartışma alanı yaratabilirdi bu eser ama 2024 yılında açtığı tartışma bakımından çok eskide kalıyor. Bugüne ve bugünkü bizlere pek az dokunuyor. Çünkü emek de sömürü de değişime uğruyor. Biçim değiştiriyor, yeni yollar buluyor kendine. Bu kadar araştırma alanı içerisinde birinci dalga feminizmin ortaya koyduğu bir tartışmada saplanıp kalmak kolaya kaçmak olabiliyor.

SES KULLANIMI BASKIN FAKAT İYİ BİR SES DİZAYNI YOK

Oyunda çok baskın bir ses kullanımı var. Bu oyunun her anlamda çok temel bir unsuru. Sesler oldukça empoze edici, kendiliğinden çok anlamlı. Olan biteni gözünü kapatıp sesleri dinleyerek tahmin etmek çok da zor değil. Hareket tasarımlarında bu kadar belirgin anlamlar taşıyan ses dizaynlarını kullanmak konusunda fikir ayrılıkları mevcut. Ama biz oraya bile gelemiyoruz aslında. Çünkü ortada çok baskın bir ses kullanımı varken çok iyi bir ses dizaynı yok. “Sesler dönüşmüyor, değişiyor…” Seslerin keskinlikle belirlediği anlar var eserin grafiğinde: Başlangıç, gelişme ve sonuç. Hiçbiri kendisinden birbirine dönüşmedi. Sesler de hareket kalitesi de grafik de… Sesler apayrı bir şekilde arka arkaya eklenmiş ve sanki sadece sahneye işaret etme görevi varmış gibi benim neyin değiştiğini dansçıyla aynı anda sesten anladığım bir ilerleme kaydediyordu. Oysa o işaretler biraz gizli olsa sahnede organik bir grafiği görmek de mümkün olurdu. Takip etmekte çoğunlukla zorlandım ama yakalamakta hiç de zorlanmadım. Durum bu olduğunda sahnede oyundan çıkarılsa hem dramaturji hem sahneleme açısından pek de bir şey fark etmeyecek bir sürü öge olduğu anlaşılır.

Sese dair bir başka önemli nokta da sesin neyi temsil ettiğinin pek anlaşılır olmaması. Başta sesler kadına düzeni dayatan patriyarkanın temsili gibi eklenmiş sahneye. Sanki erkekler salonda çay içip sohbet ederken mutfakta harıl harıl çalışan bir kadın çizilmek istenmiş gibiydi. Fakat ses sonrasında kadının iç dünyasının bir temsili halini de almaya başladı. Yani kadının hali tavrı değiştikçe değişti ses. En sonda kadın keyiflendikçe çalan müzik zaten bu kanıyı kesinleştirdi. Öyleyse başta neden öyle değildi? Bunun da ötesinde kadın seslere karşı o kadar itaatkar ki bu durumun oyunun dramaturjisiyle de yadsınamaz bir şekilde çeliştiği düşünülebilir. Mutfaktaki emeğin güzellemesi yapılmıyor. Dayatmanın, baskının altı çiziliyor. O zaman o ses oyuncu için bu kadar net bir işaret olmamalı. Tabii eğer ses patriyarkanın temsiliyse. Değilse başka. Burada sahneleme açısından bir kafa karışıklığı var.

BOZ SAÇINI, YIK DÜZENİ, YAK ŞU MUTFAĞI!

Kadın karakter mutfakta pek sessiz, ses çıkarmaktan neredeyse korkuyor gibi. Zaten yapısal olarak sessizleştirilen bir tasvirin bu kadar sessiz olması çok can sıkıcı. Oysa tepemizde memnuniyetsizce çığıran o gürültüye karşı elimizde ses çıkarabileceğimiz araçlar mevcut. Tam da önümüzde duruyor bazen. Masanın üzerinde duran bir sürü saklama kabı gibi. Oyunun son çeyreğinde yere atılan bir resim, kızılan bir üniforma, üstten çıkarılan bir gecelik yeterli mi bizi mutfağa hapsedene duyduğumuz öfkeyi bir anda göbek atmaya çevirmeye? Bence değil. Oyunun başında kafasında duran bigudiler bile dağılmadı. Oysa bu tutsaklığı fark ediş beraberinde bir düzen bozma getirir. Getirmelidir de. Düzen bozulmalı. Ancak o şekilde değişir bir şeyler. O mevcut düzenin içinde isim ve şekil değiştirerek değil. Göz boyayarak değil. Oyun esnasında şu notu aldım ve en çok görmek istediğim şey oydu: “Dağıt eşyaları, çıkar üstünü, boz saçını, yık düzeni, yak şu mutfağı.”

Öfkeden oldukça korkuyoruz. Masanın üzerinde duran bir sürü saklama kabı gibi. Karşısında durduğumuz güçler yıkıcı ve agresifken bizden nezaket ve metanet beklenmesi akıl alır gibi değil. Agnés Varda’nın da dediği gibi “Neşeli bir feminist olmak istedim. Ama çok öfkeliydim.” Öfke bazen bir öz savunma mekanizmasıdır. Ve duygulardan korkulmamalıdır. Göbek de atalım tabii ki. Bedenimizle bağımızı başkalaştıralım. Bize içkinmiş gibi koşulsuz kabul edilen tüm o emeklerin bizi bir robota dönüştürmesi karşısında atalım göbeğimizi. Ama bozduğumuz düzenin yıkıntıları önünde atalım. Tek bir yeri dağılmamış düzenin içinde değil.

Evrensel

Paylaş.

Yanıtla