Ankara Devlet Tiyatrosu Devlet Ana ile Neyi Anlatıyor?

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Hasip Akgül

Devlet Tiyatrolarında bir Osmanlı oyunları salgını var. Çoğunlukla özensiz yapımlar, Devlet Tiyatrosu yönetimlerinin iktidara yaranma çabalarının izlerini taşıyor ve çoğu ikinci perdede seyircisinin yarısını kaçırıyor. Ancak şimdi üzerine konuşacağımız oyun bu yaklaşımların tamamen dışında, müstesna bir örnek. Ankara Devlet Tiyatrosu yapımı Devlet Ana yönetmen Ayşe Emel Mesçi’nin rejisiyle iki ay kadar önce seyirci önüne çıktı. Bilet bulmanın mümkün olmadığı oyunlardan. Turneye geldikleri Bursa Kültür Yolu Festivalinde izleyebildim.

Oyun 60 kişilik kadrosuyla dev bir yapım. Canlı müzik ve baştan sona özgün bir dans tartımı ile oynanıyor. Dans, bale, türkü, operet öğelerini içinde taşıyan oyun her epizodunda görsel bir şölene dönüşüyor. O kadar ki, ışık, hareket düzeni ve döner sahne kullanımının yarattığı sinemasal anlatım, neredeyse bir filmi sanki bizzat setinde, çekim anında canlı olarak izlediğimiz duygusuna yol açıyor.

Oyuncu, ışık, dans, canlı müzik kullanımında bu kadar maharetli ve bütünlüklü bir rejiye her daim rastlamak mümkün olmuyor. Devlet Ana oyununun gerçekten tiyatroyu sevenler için doyurucu bir estetik ziyafet olduğunu söylemek gerekir.

Ancak oyundan çıkarken bir seyircinin “neden ismi Devlet Ana anlayamadım? Oyunda belirleyici karakter o değil ki!” dediğini işittim.

Oyunu izlerken zaten yazmayı istemiştim ama daha sonra o seyircinin bu serzenişine yanıt vermek için de bu yazıyı yazmalıyım diye düşündüm. Çünkü oyun eleştirisi ve tanıtımı, bazen seyirci ve oyun arasında oluşması gereken düşünsel alana katkı yapmak, geliştirmek için vardır. Bu yüzden oyunla ilgili reji, oyunculuk, ışık, koreografi açısından hayranlığımı bir kez daha belirtip hızla oyunun içeriği ile ilgili tartışmaya geçmek istiyorum.

Devlet Ana bilindiği üzere Türk edebiyatının önemli romanlarından biri. Kemal Tahir, romanını Türk solunun tartışmayı gelişmeyi çok sevdiği o harika döneminde, 1967 yılında yazmıştır. O dönem dünyada ve Türkiye’de, üniversitelerde ve sokaklarda Marksizm çok önemli bir gündemdir. Türk solunda Marksizm tartışmaları ve bu konu üstüne Sovyetçi, Maocu gibi değişik dünya görüşü ve düşünüş biçimleri örgütlenmelerini yaratmaya başlamıştır.

Marksizmle ilgili bu tartışma süreçlerinde bir de daha çok Sencer Divitçioğlu ve İdris Küçükömer gibi iktisat alanında çalışan akademisyenlerin savunuculuğunu yaptığı ATÜT (Asya Tipi Üretim Tarzı) adı verilen bir tartışma vardır. ATÜT ise diğer anlayışlardan farklı olarak bu topraklara yönelik bir özgünlük arayışıdır. ATÜT kavramının en önemli savunucusu olan Karl Marks bu kavramı ilk olarak 1853 yılında The New York Tribune gazetesinde yayınladığı makalelerinde ve daha da detaylı olarak Engels’le birlikte kaleme aldığı Doğu Sorunu isimli yapıtta kullanmıştır. Marks bu kavrama olan ilgisini Asya sistemine özgü olan toprak mülkiyeti, Asya tipi üretim tarzı ve Asyalı üretim ibareleriyle ifade etmiştir. Marks’ın bu konudaki fikir babalarıysa, klasik iktisadın önemli isimlerinden olan Richard Jones ve John Stuart Mill’dir.

ATÜT aynı zamanda, Marksizmin Avrupa toplumlarının gelişimini açıklayan klasik şemasına (ilkel komünal toplum, köleci toplum, feodal toplum, kapitalist ve sosyalist toplumdan sonra gelişmiş komünist aşama) karşı Asyatik toplumların ve Osmanlı’nın bu şemanın dışında kaldığı üzerinedir.

ATÜT, o dönem, en temelde şu soruyu sormuştur: Eğer köle ve toprak mülkiyetine uzak olunduğu iddiaları gerçekse (bilimsel düzeyde kanıtlanabilirse), bu bize, kapitalizm gibi bir belalı aşamayı atlama ve doğrudan sosyalist aşamaya geçme fırsatı verir mi?

Ama bu teze karşı tezlerde de Osmanlı’nın bu tür bazı özellikleri abartılırsa devletin “kerim”, reayanın (köylünün) “özgür”, sistemin dengede ve “durağan” olduğuna dair çarpıtmalara, mistifikasyonlara varabileceği söyleniyordu. Karşı tezlerde, Osmanlı sürecinin, sui generis, dünyadan ayrıksı özellikleriyle bir güzellemesinin, bir “bize özgülük” gururu oluşturabileceği ancak bunun devrime nasıl bir katkı yapabileceğinin muğlak olacağı vurgulanıyordu. Üstelik Rusya’da da Slavistlerin (Dostoyevski de bunlardan biridir) içe kapanmacı “kendine özgülük” iddialarına karşı Lenin Zapatnik yani Batı’cıların yanında yer almamış mıdır? Bütün bunlara ilave olarak Türkiye’nin kapitalizmle bütünleşmiş yapısını çok sayıda tarihçi ve iktisatçının çalışmalarıyla (rakam ve belgeleriyle somutlanarak) gösteriliyordu. Bu anlamda, yeryüzünde o yıllarda kapitalizmin parçası haline gelmemiş bir coğrafyanın yok gibi olduğu düşünülürse, klasik şemanın geçerli olduğu düşüncesinin de çok taraftarı vardır.

Sonuçta “Neden Devlet Ana?” sorusuna bir pencere açmak ve ATÜT tezlerinde söylenenler için şöyle bir özet yapılabilir: Batı’da, adalet, ekonomi, vergi ve sosyal hizmetler geleneksel kurumlarla aşağıdan örgütlemiştir; buna karşılık Doğu’da adalet ve maliye, yönetici konumunda bulunan ‘üstinsanların’ iradesine göre belirlenmiştir. Batı’da iktidar toprak sahibi kilisenin de katılımıyla çoklu düzeyde bölünmüştür. Oysa Doğu’da ayrışmış iktidar birimlerinin bir araya gelerek oluşturduğu devlet gibi bir devlet yoktur. Üstelik Batı’da toprak mülkiyeti ve mirası babanın kimliğini öne çıkarırken kadını geri plana atar. Doğu’da kadın edilgen değildir, savaşa ve üretime erkek düzeyinde müdahildir. Devlet Batı’da bireyci, rekabetçi, çoğulcudur. Doğudaysa monopolcü, tekilci, bütüncüldür. Bunlar, Devlet Ana romanında iki öykü çevresinde ince ince işlenir. Böylelikle “kendine özgü” güzellemesiyle gelenekselci-muhafazakâr kesimlerin de ilgisini çekmeyi başarır.

ATÜT meselesini 1965-66 yıllarında Eylem ve Yön dergilerinde yazdığı yazılarla Türk kamuoyunda ilk kez gündeme getiren Selahattin Hilav’dır. Konuyu bir edebiyatçıya ilham verecek şekilde ortaya koyunca Kemal Tahir bu temanın tek başına bir roman için önemli bir potansiyel olduğunu fark etmiş ve hızlıca Devlet Ana’yı yazarak 1967’de yayınlamıştır. Anadolu’nun Türkleşmeye başladığı yıllarda, Osmanoğullarının bir devlet kurma macerası ile Bizans ve Bizans’a bağlı tekfurların Bursa ve çevresinin Türklerin eline geçmesini önleme çabaları romanın ana eksenini oluşturur. Ayrıca ilk taslaklarında isminin Osmanlı Çekirdeği olması da kitabın tezli yapısı hakkında çok şeyi anlatmaktadır.

Bu teorik çerçeveden Devlet Ana oyununa gelecek olursak, rejisör Ayşe Emel Mesçi’nin romandaki Osmanlının kuruluş sürecinde, farklı kimliklerle yaşayabilen, Orta Asya kökenli, göçebe toplum düzenine özellikle çubuk büktüğünü, dikkatini buraya yoğunlaştırdığını, dramaturgiyi ve rejiyi bu perspektifte inşa ettiğini görüyoruz. Onun gördüğü Kemal Tahir’de gördüğümüzden daha derindedir. Anadolu medeniyetleri üzerine gelen göçlerin kendi kültür mirasını taşıdığını ve Müslümanlık öncesi şaman kökenli hikâye anlatıcılığının daha sonra semahlara dönüşmesiyle anlatılan hikâyenin Osmanlıcılık yapmadan Osmanlı’yı, oradaki toplum yapısını anlatması gerçekten daha derinlikli bir bakış açısıdır.

Rejisör romandan yola çıkıyor ancak ondan daha çok Anadolu tarihinde gördüklerini oyunda göstermeyi tercih ediyor. Örneğin, Anadolu’da salt sünni bir Osmanlı yerine, kuruluş dinamiklerinde Türkmen aşiretlerinin göçer alevi kültürlerinin olduğu Osmanlıyı, bu zengin ve derin yaşam anlayışıyla sergiliyor.  Yani Ayşe Emel Mesçi Anadolu’da var olanı, oyunun bütün dokusuna yayıyor. Konu Osmanlı kuruluşu olsa bile Anadolu’daki tüm kavimleri hissedebiliyoruz. İşte bunun bir özgünlük olduğu söylenebilir ve bu kardeşlik yaratacak “özgünlük”, evet, sahiplenilebilir. Oyun, Anadolu köklerinde son derece birleştirici, ortaklaştırmacı yaklaşımlar hissettiriyor. Kimlik meselesiyle günümüzde ciddi bir ayrışma ve düşmanlaşma yaşandığı gerçeğini aklımıza getirirsek bunun çok değerli bir çaba olduğu söylenmelidir.

Kemal Tahir’in Devlet Ana romanının Osmanlıcı, Ayşe Emel Mesçi’nin Devlet Ana oyununun ise Anadolucuğa yakın olduğunu söylemek kestirmeci olsa bile yanlış olmayacaktır. Osmanlıcılıktan bugün için kendimize gerici partilerden daha çok devşirebileceğimiz bir özellik bulabileceğimizi sanmıyorum. Buna karşılık Ayşe Emel Mesçi’nin gösterdiği Anadolu kavimlerin katman katman kültüründen sentezlenebilecek unsurlarla yeni bir dünya kurulabileceğine inanıyorum.

Bu konuda Kemal Tahir’in Devlet Ana’sının esinlendiği ATÜT üzerine bir ömür çalışmış Sencer Divitçioğlu da ilginç bir yargıya varmıştı. Ve ölmeden önce kendisiyle yapılan röportajda yazara, “Bütün bu araştırma ve karşılaştırmaların Türk devletlerinin işleyişinde bizi götürdüğü özel bir nüve “öz” var mıdır?” diye soruluyor. İktisatçı, tarihçi (ATÜT’çü) Prof. Dr. Sencer Divitçioğlu bu soruya şöyle karşılık veriyor:

“Öyle gözüküyor ki o nüve haraçtır… Anladığım kadarıyla, Türk toplumunun doğuşundan başlayarak, toplumu bir arada tutan kor, yani çekirdek maddi ve manevi haraçtır. Haraç çeşitli biçimlerde olabilir. Cum, rüşvet, talan, gasptır”(İ.Ekinci-H.Güldağ, Sencer Divitçioğlu Anlatıyor, YKY, 2012, s.188).

Ben Kemal Tahir’in Devlet Ana’sındaki mesajları doğru bulmayanlardanım. Güzellenmesi yapılan bir Osmanlının günümüz politikalarına taşıyabileceği bir yenilik ve tazeliği olduğunu düşünmüyorum. Ama Ayşe Emel Mesçi’nin Devlet Ana’sının, doğru dramaturgisini, görkemli sahne uygulamasını bir kez de buradan alkışlıyorum.   Oyuncu, sahne çalışanı ve rejisörün birlikte ortaya çıkardıkları bu iş, toplumumuzda geleceğe yönelik olumlu bir iz bırakacaktır.

 

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Hasip Akgül

Yanıtla