Zehra İpşiroğlu
Susma duvarlarının kırılmasından adalet anlayışına kadar süren uzun yol
Sanat tabuları kırabilir mi sorusu Canavar oyununu izlediğimizde gündeme geldi. Tunç Şahin’in yazdığı ve yönettiği Canavar oyunu çocuk istismarı, cinsel taciz ve tecavüz gibi gündemimizden hiç çıkmayan bir konuyu ilk kez sahneye taşıyor. Bu açıdan da suskunluk tabusunu kıran çok cesur bir oyun.
Bu oyunu izledikten sonra bu konuyu ele alan iki oyunla birlikte bir tartışma ortamı yarattık ve bunu TEB OYUN dergimizde yayınladık. Ayşe Lebriz Berkem’in Kadınlarımız projesi çerçevesinde Ayfer Tunç’un bir öyküsünden uyarladığı Fehime dijital bir oyundu, benim kaleme aldığım Babalar, Amcalar ve Diğerleri ise henüz sadece kitap olarak yayınlanmıştı. Her üç oyunun da ortak özelliği tabu bir konuyu farklı bir açıdan ündegetirmeleriydi.
Fehime’de Ayşe Lebriz Berkem
Fehime’de küçük bir kızın öyküsüyle Ayşe Lebriz çocuk tacizini çocuğun bakışından çok çarpıcı bir biçimde canlandırıyordu. Oyunun sonunda soluk soluğa başına gelenleri anlatan çocuğun susturulması bu tür konuları hemen ört bas eden bir zihniyeti, bu açıdan da bir çaresizliği sergiliyordu. Canavar’da ise tam tersine suskunluk duvarları yıkılıyor, böylece yepyeni bir umut doğuyordu.
Babalar, Amcalar ve Diğerleri’ne gelince bu oyun sadece susma duvarlarını kırmakla kalmıyor, aynı zamanda bir adalet anlayışının da izini sürüyor. Tacizcinin çocuğu olayları afişe ederek babasını ve amcasını hapse kadar götürüyor, böylece kutsal aile tabusunu yerle bir ediyor.
Yalnız değilsin
Bu tür konular insanları çoğu kez irkiltiyor. Oysa biz sorunlardan kaçarsak sorunlar yok olmuyor ki, tersine çığ gibi büyüyor. Öte yandan yaşamın aydınlık tarafında olanlarla karanlık tarafında olanların arasındaki sınır kıl payı. Birçoğumuz bunun ayırdında olmasak da, yaşamımız büyük oranda rastlantılara bağlı, bu açıdan da her an, her dakika kendimizi karanlıkta bulabiliriz. Bir hastalık, bir saldırı, bir iftira, bir adaletsizlik, bir afet hiç beklemediğimiz bir anda karanlığın içine çekebilir bizi. O zaman birilerinin bizlere gönlünü açması, bizleri görmesi, duyması, dinlemesi ne büyük bir güç verecektir bizlere. Yalnız değilim duygusu ne kadar önemli, ne kadar değerli bir duygu…
Kurmaca ve gerçeğin kesiştiği nokta
Sanat tabuları kırabilir mi tartışmanın başlangıç noktasını benim yeni çıkan ve yine çocuk tacizi ve istismarı konusunu ele alan Babalar, Amcalar ve Diğerleri ve Erkeklik Hapishanesi oyunlarımdan romana uyarladığım Hatırlayamadıklarımız romanım oluşturuyordu. Bu romanla ilgili Almanya’da bir etkinlikte dinleyicilerden biri Meliha Yıldız’ın yaşamını mı kaleme aldığımı sormuştu bana.
Kimdi Meliha? İnternette araştırırken psikolog Gökhan Çınar’ın Katarsis programında onun öyküsüne rastladım. Bu öykü beni dehşet ve şaşkınlık içinde bıraktı. Dehşet, çünkü sekiz yaş ile on altı yaş arası babasının cinsel tacizine uğrayan Meliha’nın öyküsü korkunçtu, şaşkınlık çünkü Meliha roman karakterlerimden dördünün yaşadıklarını kendi yaşamında toplamıştı. Böylece kurmaca ve gerçeğin kesiştiği bir noktada Meliha ile tanıştım. Çocukken yaşanan cinsel istismar sadece istismar olarak kalmıyor, istismara uğrayan kişinin bütün bir yaşamını elinden alıyordu, ama Meliha ailesini ifşa ederek bu adaletsizliğe dur diyordu.
Susma duvarlarını kırmak, adaleti aramak kutsal aile tabusunu yıkmak anlamına geliyordu. Başkaları ne der, ele güne rezil oluyoruz, kol kırılır yen içinde kalır gibi susma duvarlarını ören duvarları bir bir kırmak anlamına geliyordu. Günümüzde ve gelecekte binlerce çocuğun istismara uğramaması için olağanüstü bir çaba harcamak anlamına geliyordu. Susma duvarlarını kırmak, insan haklarına, çocuk haklarına, kadın haklarına sahip çıkmak anlamına geliyordu. Susma duvarlarını kırmak yaşamımıza anlam ve değer vermek, yani iyi yaşamak anlamına geliyordu. Bu açıdan da Meliha Yıldız gibi öncülere çok şey borçluyuz.
Ataerkil toplumda fail üretimi
“Sorunlara hep mağdurun açısından bakıyoruz” diyor Meliha. “Ya failler? Onları anlamaya çalışmamız gerekmiyor mu, nasıl oluyor da yetişkin biri küçücük bir çocuğa zarar verebiliyor, nasıl oluyor da onun canını yakabiliyor, kim bu fail, onları tanımadıkça, anlamadıkça, onunla yüzleşmedikçe ne yapabiliriz?”
Bana göre failler ataerkil ve cinsiyetçi bir toplumun ürünleri, onları yetiştiren, besleyen, koruyan koca bir sistem var. Bu sistemi sorgulayabildiğimiz ve deşebildiğimiz oranda sorunları çözme yollarını da keşfedebiliriz. Hatırlayamadıklarımız romanımı bu düşünceyle yazdım.
Kadın ve erkeğin eşit olmadığı ataerkil ve cinsiyetçi bir toplumda kadın sadece cinsiyetine indirgenmiş. En önemli işlevi de doğurganlığı. Bu düşünce toplumumuzda bir çok kişi tarafından öylesine içselleştiriliyor ki başka türlü bir yaşamın olabileceği hayal bile edilemiyor. Yasalar önünde kadın ve erkek eşit olsa bile kadının nasıl giyineceğine, nasıl davranacağına, ne yapıp ne yapmayacağına karar veren hep erkek. Erkeğin kadını egemenliği altına alan baskın ve güçlü konumu duruma ve koşullara göre şiddete yol açabiliyor. Toplumumuzda her gün bir kadının öldürülmesi ya da yarım bırakılması bu zihniyetin doğal bir uzantısı. Yine ataerkil ve cinsiyetçi zihniyetin en uç noktasını toplumumuzdan hiç eksik olmayan çocuk tacizi veriyor. Şiddet, taciz ve istismar gibi patolojik davranışlar toplumumuzun en küçük kurumu olan ailede başladığından, aile kurumu asla sorgulanamıyor. Çünkü ailenin kutsallığı gibi bir inanç buna izin vermiyor.
Sanatın tabuları yıkması
Kadına dayatılan pasif rolün eleştirilmesi, kadının hiçleştirilmesine karşı çıkılması, cinselliğin kadın erkek eşitliği bağlamında mercek altına alınması, namus kavramının sorgulanması, aile kurumunun yaratabileceği dayatma ve baskıların açığa çıkartılması ataerkilliğin dayattığı tabuların kırılması anlamına geliyor. Bu bağlamda sanatın, romanın, tiyatronun, filmin, dizilerin işlevi ne olabilir?
Bu sorular bizleri Katarsis programıyla karanlıkta olanları açığa çıkartan uzman psikolog Gökhan Çınar ve aktivist Meliha Yıldız’ın katılımıyla ÇYDD Beyoğlu Şubesi bünyesinde bir açık oturum düzenlemeye yöneltti. Özellikle gençlere yönelik olan bu etkinlikte amacımız tıpkı Teb Oyun dergisinin çatısı altında buluşmamız gibi yoğun bir duygu ve düşünce alışverişine girmekti. Sanatın birincil işlevi bir duyarlılık yaratmak, empati duygumuzu geliştirmekse bizim sanatla ilişkimiz nasıldı? Konuşmalarda iki nokta üzerinde duruldu. Sanat alımlaması, okuyarak, izleyerek kendimizi geliştirmemiz, başkalarının acılarına duyarlılık kazanmamız ikincisi ise doğrudan üretmekti ki bu konuda farklı alanlardan ve deneyimlerden gelsek bile hepimizin anlatacağı çok şey vardı. Meliha’ya yol açan tiyatro olmuştu, Gökhan Çınar psikodrama vb. çalışmalarla yoğrulmuştu. Her üçümüz de yazarak yaşadığımız gerçeklerle yüzleşmeye ve kendimizi ifade etmeye çalışıyorduk. Üçümüzü de buluşturan öncelikle yazdığımız kitaplardı. Gökhan Çınar’ın otobiyografik özellikleri olan Benim Evim Neresi kitabı, içinde yüzlerce öyküyü barındıran bir büyüme hikayesi. Kitabın soyut kurgusu bizi de kendi çocukluğumuza götürüyor. Çünkü çocukluğumuzda hepimizin aldığı büyüklü küçüklü yaralar var, bunlarla yüzleşmek, bunları iyileştirmeye çalışmak ya da yaralarla yaşamayı öğrenmek bugünü biçimlendirmek ve yarını tasarlama açısından çok önemli. Depresif olsa bile içinde umudu barındıran aydınlık bir kitapla tanışıyorduk Benim Evim Neresi ile.
Meliha Yıldız Kutsal Tecrit’de cesurca kendi aile cehennemini anlatırken kutsallığı sorguluyor. Tecrit edilmiş bir çocukluktan çıkış var mı, varsa nasıl? Suskunluk duvarlarını kırmak mümkün mü? Mümkünse nasıl? Meliha’nın yaşamı tacize uğrayan binlerce kadının yaşamını sergiliyor. Cesur duruşu umudu da beraberinde getiriyor.
Benim romanım Hatırlayamadıklarımız ise kurmaca da olsa gücünü gerçeklerden alıyor, çünkü Meliha gibi olan insanların öyküsünü anlatıyor. Romanda farklı toplumsal katmanlardan ve farklı kuşaklardan gelen insanları buluşturan nokta ise adalet arayışları. Onlar hatırlayamadıklarımızı su yüzüne çıkartırken kendileriyle de yüzleşiyorlar.
Umudun aydınlık yüzü
Umut her üç kitapta da var, çünkü umut bu konuda bir duyarlılığın gelişebildiği bir ortamda çok şeyin değişebileceği düşüncesini de içeriyor. Yine de sormadan edemiyorum: Acaba bu boş bir umut mu, yani kolay, kolay yeşeremeyecek hoş bir hayal mi yoksa gerçek bir yanı var mı?
Sanırım bunun yanıtını zaman verecektir. Toplumdaki insanların empati duygusu ne kadar yoğunsa, yaşamın karanlığında olanlara karşı ne kadar yoğun bir duyarlılık yaşanıyorsa dayanışma duygusu ne kadar gelişmişse aile kurumundan yasaların uygulanışına kadar o kadar çok şey değişecektir. Nitekim dün sözünü etmeye bile cesaret edemediğimiz bir çok konu bugün açık açık konuşulup tartışılmıyor mu? Bu nedenle önümüzdeki aylarda, yıllarda tabular konusunun izini sürmeye devam edeceğiz.