[Eren Aysan’ın Cumhuriyet‘te yayımlanan yazısının bir kısmını okurlarımızla paylaşıyoruz.]
“Bizim için yaratma diye bir şey yoktur. Biz hiçbir şey yaratamayız; görmekten başka bir şey yapamayız” diyor “Üç Silahşörler” romanında Aleksandre Dumas. Elbette kendini yalnızca tedavülden kalkmış şövalye olarak konumlandırabilecekler için geçerli bu eğlenceli söz! Bir sanatçı için en önemli beceri şüphesiz önce görmek sonra da yaratının herkesi içine alan eşsizliğinde insanı ele almak. İnsanı tartışmaya açmak.
Tiyatro da doğası gereği öncelikle “insan”dan yana tavır alır. Sofokles’ten beri sahneden, “Ben bu dünyaya kin değil, sevgi paylaşmaya geldim!” diye haykırılması tesadüf değildir. Süreç içinde tiyatro sanatı seyircisini de dönüştürür. Şiddete karşı mesafeli olma erdemine sahip olmayı öğretir. Sonuçlarını yaşayan bizler için sıradan örneklerdir: Van Devlet Tiyatrosu’nun açtığı tiyatro kurslarında, on iki yaşındaki bir çocuğun, “Tiyatro sana ne verdi” sorusuna burnunu çeke çeke, “Artık kız kardeşimi dövmüyorum!” diye karşılık vermesi kazancın umulandan fazla olduğunu gösterir. Öte yandan modern tiyatronun işlevlerinden biri de zaman zaman seyirciyi “provoke” ederek belli bir bilince ulaşmasını sağlamaktır. Tabu olarak nitelendirilen, hassas konularda bile alımlayıcıyı sarsmak temel kuraldır. Bundan da çoğunlukla erk sahipleri rahatsızlık duyar.
Gelelim, bin yıllardır süren iktidarın sanatla sancılı ilişkisine. 1960’lı yıllarda Fransa’da Rene Maheu, kültür politikaları kavramını, 1948 yılında kabul edilen İnsan Hakları Bildirgesi’nin 27. maddesindeki kültür hakları kavramına dayandırmıştır. Bu maddede, “Her kişinin toplumun kültürel yaşamına özgürce katılma hakkı” olduğu savunusu yapılmaktadır. Her insanın nasıl “eğitim hakkı”, “çalışma hakkı” varsa bir de “kültür hakkı” bulunmaktadır. Rene Maheu bu haktan herkesin yararlanması üzerinde durmuş, kültüre erişimin seçkinlerin, varlıklı bir azınlığın ya da kültür uzmanlarının tekelinde bir lüks aracı olamayacağını belirtmiştir. Devletin belli noktalarında bulunan seçilmiş ve atanmışların görevi de sanattan herkesin yararlanmasını yani, bir bakıma sanatın demokratikleşmesini sağlamaktır. Bu anlamda tiyatronun yaygınlaştırılmasının bir politikaya dönüştürülmesi de zorunluluktur.
Sanat tasarrufa sığmayacak kadar etkili bir alandır. Nitekim 1994 yılında uzun yıllar hepimizin cebini zorlayacak 5 Nisan kararları yürürlüğe girmiş, kamuda etkin bir dizi önlemler alınmıştı. O dönemde Devlet Tiyatroları Genel Müdürü Tamer Levent’in sanat kurumlarındaki bu önlemler dizisinin dışında kalmak adına yaptığı manevraları hatırladım. Ve kendisini aradım. Söylediği son derece önemli cümleleri aktarıyorum: “5 Nisan kararlarından sonra Devlet Tiyatroları’nın da önüne bir dizi tasarruf tedbirini içeren paket konmuştu. Ancak şunu unutmamak gerekir, dünyada en bunalımlı dönemlerinde insanın varoluş nedenlerini hatırlatan, yaşama tutunmasını sağlayan tiyatrodur. Savaş dönemlerinde bile yaşam ölüm arasındaki çatışmanın en yoğun olduğu süreçte sorgulama yapma aracıdır. En önemlisi savaş kadar etkin ekonomik yıkıntıların yaşandığı aralıkta insanın yaşama tutunabilmesi elzemdir. Bu da bizim gibi ülkelerde bilet fiyatlarının makul seviyede olduğu ödenekli tiyatrolar sayesindedir.” Nitekim bu savunu ödenekli tiyatroları o dönem, nefes alınabilecek seviyede tutmuştu.
Geçen günlerde Tarsus Şehir Tiyatrosu ekonomik kriz ve tasarruf tedbirleri gerekçesiyle kapatıldı. Tarsus Şehir Tiyatrosu, 2019 yılında belediyeye bağlı bir müdürlük olarak kurulmuş. Tam yedi oyuncusu var. Bunlardan beşi konservatuvar mezunu, ikisi alaylı. Kurulduktan sonra çok kısa sürede iki felaketle burun buruna gelmiş bir şehir tiyatrosu var karşımızda. Önce salgınla boğuşmuş, ardından deprem görmüş. Buna rağmen seyirci karşısına üç yetişkin iki de çocuk oyunu olmak üzere beş oyun çıkarmasını bilmiş. Ayrıca verdiği ücretsiz kurslar sayesinde iki öğrencisi konservatuvara girmeye hak kazanmış! Ancak şu anda bu hizmeti veren oyunculardan ikisi istifa etmiş. Tarsus Şehir Tiyatrosu’nun oyuncuları ne yazık ki asli kadrosu olan büro hizmetinde çalıştırılmaya başlanmış, genel sanat yönetmeni de köpek bakım evine gönderilmiş!
Ne yazık ki ülkemizde, belediye tiyatrolarına dair bir yasal zemin söz konusu değil. (Devlet Tiyatroları’nın kuruluş hakkındaki kanunu mevcut sadece. Özel tiyatrolar hakkındaki yönetmelik ihtiyacı karşılamaktan çok uzak. Amatör tiyatrolarla ilgili ise bir düzenleme mevcut bile değil.) Böyle olunca da yöneticilerin iki dudağı arasında oluyor her şey. Belediye tiyatroları kurulurken yönetmelik sağlam bir zemine çakılamıyor. Bu sonuca giden yolu söylüyor; tiyatro kapatmaya pek hevesli Demokrat Partili bir vekili anımsatıyor: “Halk bizden tiyatro değil yol istiyor!”
Devamı için tıklayınız.