Tuz-Biber Komedyenler Loncası’ndan Beş “Stand-Up” Performansı

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Hasip Akgül

Kendilerine “Tuz-Biber” ismini veren bir grup komedyeni bar-cafe düzenine sahip bir eğlence mekânında izledim. Tiyatrodan farklı olarak bu düzende, sunucu gibi olanı sırası gelen stand-up komedyenini çağırıyor, çağrılan anlatısını ya da showunu tamamladıktan sonra sunucu tekrar gelip bir sonrakini sahneye davet ediyordu. Bu şekilde ilk bölümde ve ikinci bölümde ikişer kişiyi sahne gösterisine davet ederken şakalar yapan sunucuyla birlikte toplamda beş performans izlemiş olduk. Biz seyirciler sahne yerindeki bu maharetli konuşmacılara dönük masalarımızda içkilerimizi içiyorduk; gülerek ya da katılmadığımız yerlerde onlara laf atarak tepki veriyorduk.

Daha önce Youtoube videolarında böyle birkaç şey izlemiştim. Aralarında çok yetenekli olanları fark etmiş olmama rağmen biçim bana ekrandan tatsız tuzsuz görünmüştü.

Fakat canlı olarak ilk kez izlediğim bu gösteride ön yargıları öteleyip iki de bira içince anlattıklarının bana eğlenceli geldiğini gördüm. Birçok yerde içtenlikle güldüm, hatta bazı yerlerde âdetim olmadığı halde sordukları sorulara ya da laf atmalara yanıtlar bile verdim. Yani gösterinin içine girdim. Ama eğlenip biramı içerken bu farklı sahne gösterisine ilişkin kafamın bir köşesinde oluşan eleştirileri de aklımda tutmaya özen gösterdim.

Şimdi bu gözlem ve eleştiriler üzerine yazmak ve düşündüklerimi paylaşmak istiyorum.

Gösterilerin ortaklaştıkları bir form var: ön hazırlığı olan, peş peşe eklenmiş şakalarıyla aslında anlatılar bir metne sahip; çalışılmış bir gösteri formu bu. Ama aynı zamanda metinsiz ve kurgusuzmuş gibi akan bir “şaka deresine” benziyor. Bu akış sırasında seyirciyle ilişki kurulduğunda gerçekten de sanki o an oradaki ortamda üretilmiş espri ve şakalarmış gibi kabul görmeye ve seyircisinden de tepki almaya başlıyor. Sonuçta sevimli, insanları içine alan bir eğlence ortamında komedyen ile seyirci arasında organik bir ilişki kuruluyor.

 Ama doğrusu göstericilerin, salondan gelen her tepkinin “gelişine vurarak” espriye ulaştıklarını söyleyemeyiz. Bu şekli doğaçlama yeteneği ile şahikasına taşıyan, sahnesinin tamamına yayabilen bir gösteriye şahit olamıyoruz. Kuşkusuz bu gerçekten çok zor bir iş: Anlatıcıdan, tartım ve vurguları güçlü bir konuşma becerisi isteyen bir gösteri. Bunun için de artikülasyon, bizi tekdüze bir anlatımla muhatap olmaktan kurtaracak entonans, (çok kere yapmayla kazanılan) ustalık ve zamanlama duygusu gerektiriyor. Zamanlama belki de en önemlilerinden biri. Çünkü espri bir saniye öncesinde patladığında soğukluk yaratırken zamanına rast getirildiğinde ortalığı gülüşlerle ısıtabiliyor. Tüm bunlar, ya çok ender rastlanan anadan doğma bir yeteneği ya iyi bir sahne eğitimini ya da (en garantisi) her ikisine birden sahip olmayı gerekli kılıyor.

Yine de benim izlediğim beş komedyen (ya da “stand up komedyeni”) de yetenekliydi diyebilirim. Zaten Tuz-Biber’in bir komedyen havuzu olduğunu, bu tip gösteri organizasyonlarının buradan seçilen komedyenlerle gerçekleştirildiğini öğrendim. Özellikle Ali Fuat Ergüner ve Canberk Erbaş, sahne sempatisine sahip, sahnede duruşlarıyla olağanüstü rahat iki komedyen olarak göründüler bana.  Bu iki özelliğin insanda yan yana gelmesi ender bir durumdur ama bir oyuncuda elzem özelliklerdir. Bu komedyenler, sesleri ve vurgularıyla, espriyi karşıya geçirecek “zamanlama” duygularının hassaslığı itibarıyla oldukça başarılıydılar.

Diğer izlediğim üç “komedyen-anlatıcı” ise, ses, duruş ve tonlamalardaki açıklarını anlattıkları hikâye ve şakalarındaki radikalizmle kapatmayı tercih ettiler. Özellikle Ümmühan Özden, saçları kendine özgü bir örtüyle kapalı olarak sahneye çıktı ve konuya da hemen muhafazakâr bir aileden getirdiği öyküsüyle başladı. Ailesinden ya da bu tip aileler konusundaki kafamızdaki klişelerden hareket ederek anlattıklarıyla bizi şaşırtmayı, ilgiyi üzerine toplamayı başardı. Bulduğu ve anlattığı çelişkileri, içinde yetiştiği bu dünyayı perişan eden peş peşe patlayan esprilere dönüştürebildi. Yer yer ailesini ama yer yer de biz izleyicilerin önyargılarla dolu düşünce yapısını darmadağın etti diyebilirim. Bunu peş peşe yapabilmesi kuşkusuz komik olanın dozunu arttırıyordu. Bir süre sonra bunların yanına bir de mesleğinden (cinsel terapist) getirdiği çarpıcı şakaları ekleyince bir hayli ilgi çekti. Şakalarının “hem nalına hem mıhına” vuran çarpıcı bir içeriği var. Sanıyorum Ümmühan’ın ismi bu alanda giderek daha fazla duyulacaktır. Ancak biraz önce kullandığım deyimin kendi içinde tutarsızlıkları da işaret eden bir anlam taşıdığını söylemeliyim.

“İlgi çekme…” Evet, bu deyimi bu gösteriyi tanımlayacak önemli bir deyim olarak aklımda tutabileceğimi düşündüm. Zaten bir komedyenin yoğun ilgi çektiği konular diğerlerine de bir virüs gibi sızmış. Örneğin “muhafazakâr bir aileden gelmek” meselesi; ailenin dinsel yönelimleri ile günlük yaşam durumları arasındaki zıtlık ve tuhaflıklar dört komedyen tarafından da kullanılmıştı. Bu neredeyse göstericilerin tamamı demek ve bunun tesadüf olamayacağı bu eğilimin mutlaka toplumsal açıklamalarının da olacağını düşünmek gerekiyor bana göre.

Daha çok Ali Fuat ve Canberk’in şakalarında solculara yoğunlaşan şakalar 12 Eylül döneminden bu yana yapıldığından çok büyük orijinallik taşımıyor. Hatta zayıf düşmüş, kendisini ifade edebileceği toplumsal iklim yok edilmiş solcu kesim ile ilgili yapılan şakalar masum birilerine vurulmuş tekme duygusu gibi komikliğin tersi bir etki bile yaratabiliyor. Öte yandan Mhp ve lideri ile ilgili olarak da binlerce paylaşılmış şaka olduğunu hatırlarsak bunlar da tekrar etkisi yaratıyor ve “aha!” etkisi yaratan bir gülme duygusuna ulaşmıyor.  Ancak Ali Fuat, Ümmühan, Dilara ve Eren’in bu dönemin çeyrek yüzyıllık iktidarıyla ortaklık kurmuş muhafazakâr, dinci, ülkücü anne-baba-dedelerinden hınç almaya varan bir alaycılıkla örülmüş anlatılarının son derece orijinal bir üslup taşıdığını ve bu dönemin ruhunu beklenmedik bir yerden gösterdiğini söylemeliyim. Adeta “Siyasal İslam” çanına ot tıkıyorlar. “Komedi denilen şey eskimiş bir travma” ise, bu çocuklar bir yanıyla travmalarını eskitmeye çalışıyorlar. Mizahla yaralarını sarıp, mizahla saldırıya geçiyorlar. Komedyenlerin çoklukla kadınları da içermesi, muhafazakâr ailelerden gelmesi, ekseri Kürt-Alevi kökenli olması, yoksul öğrencilerden, beyaz yakalılarda yoğunlaşan emek sömürüsünden kaçarak kendine alan açmaya çalışan yaratıcı gençlerden oluşması bu söylediğimizi pekiştiriyor.

Bilindiği üzere tarihsel olarak toplumlarda sonradan kitleselleşen yönelişler, ana akıma dönüşen fikirler önce marjinallik olarak yeraltı denilebilecek mekânlarda başlamıştır. Osmanlı’da koltukçu meyhaneleri, karagöz kahvehaneleri; Batı’da bazı illegal kulüp ve barlar böyle yerlerdir. Bilinç dışı-  bilinç arasındaki düzlemleri,  ayrımları ve eşikleri ortadan kaldıran sansürsüzlüğü ile bu mekânlar değerlidir. Buluşlar, devrimler çok düzgün, halim selim, işinde gücünde, evli-çocuklu, dinine milletine bağlı yerlerde değil çoğu zaman bu tekinsiz yerlerde patlıyor. Çünkü orada istekler, arzular, karşı çıkışlar nesnesiyle doğrudan denilebilecek bir ilişki biçimine yönelirler. Şu “muhafazakâr aileden gelenlerin eleştiri ve şakaları” olgusu üzerinde biraz durmak gerekli; zira bu ailelerden gelen yeni kuşağın ilginç bir sosyal çıkış yapacağına ilişkin bir enerjiyle karşı karşıyayız.

Toplumumuzda ilk kez Tanzimat sonrasında gördüğümüz bir “baba” meselesi vardır. Bu tema romanlara da yansımıştır. Ama aslında bundan da önce “babadan oğla” intikal edenleri reddeden, değişimi sezen, “babanın” eleştirisine yönelen ilk tiplemeler, karagöz kahvehanelerindeki perdelerde, meddah anlatılarında ortaya çıkmıştır. Babasının geleneksel yoluyla kendisini yüklemeye çalışmasına karşı konaklardaki Nazenin beylerin, Tarçın efendilerin, Züppe gençlerin,  sert-takoz-Paşa Baba’ların sökün ettiği bu gösteriler ilk kez dönemin “yeraltı” mekânlarında ifade olunmuştur. Osmanlı dağılmaktadır. Baba ölmesini bilmemekte yerini yeni gelene vermek istememektedir.

Baba, insanın en özel ve mahrem alanlarından biri olduğu için dile getirilmesi her zaman hassas bir alandır. Ama dile geldiğinde bu her zaman büyük bir tepki ve değişimin kapıda olduğunun ifadesidir. Baba hatıralarının, genelde sert, uzun, güçlü, “evet ve hayırdan ibaret” bir iç ses olması; çocukluğumuzdan bu yana fiziki ve zihinsel benimizi yönlendirmeye muktedir doğasıyla birleştiğinde “yeni” olmaya çalışanı yok eden bir nitelik kazanır. Çoğu zaman baba, “hayata hazırlayan” iddiasıyla bir meşruluk taşıyor olduğundan, bir yerde itiraz da edilmezdir: O bizim gittiğimiz yerden dönüyordur. Ama öte yandan kendimiz olmak istediğimizde, işte bu kararlı duruş ortaya çıktığında, bu malzemelerin tamamı, ortamda infilak yaratacak bir “tehlikeli maddeyi” de barındırır.

Tıpkı Tanzimat döneminde olduğu gibi günümüzde de muhafazakâr aile çocuklarının tepesinde tanrının uzun gölgeleri olarak dikilen babalarına karşı yüksek bir tepki ile karşı karşıyayız. Babalar, kendi anlamını bulmaya çalışan “kızlı-erkekli” bu öncü gençlerin şakalarında onların hesaplaştıkları devler olarak şimdiden iktidarını kaybetmiş gibi…

Özellikle Dilara Erdemir ve Ümmühan Özden’in şakalarında cinsellikle ilgili her tabuyu yerle bir eden bir umarsızlık ve kendi başınalık var. Umarsızlık derken hiç önünü arkasını düşünmeden dümdüz giden bir akıştan söz ediyorum. Her türlü organ, alet-edevat, ismiyle cismiyle, girişiyle çıkışıyla, kendisiyle, partneriyle, danışanıyla, danışmayanıyla ilişkilendirerek yekten anlatmayı, konu üzerinde hiç dolaşmadan ima etmeden dümdüz gitmeyi ilgi çekici bir şaka hattı yapmayı başarmışlar. İyi güzel ama…

Ama bu noktada bazı sorular sorulabileceğini düşündüm. Cinselliğin perdede, sahnede, anlatıda ilgi çekme konusunda kesin sonucu getirdiğini biliyoruz; sorumuz bu noktada ilgiyi çektikten sonra perdede, sahnede, anlatıda ne yapılacağıdır? Pornonun açmazıdır bu. Porno, yüksek bir ilgi uyandırır, ama sürdürülebilir değildir. Zahmetsiz şekilde yükselttiğini, tatsız tuzsuz bir kısalıkla da bitirdiğini herkes bilir.

Ümmühan’ın, (daha çok sahne kostümü şeklinde) kendine özgü bağladığı örtüsüyle bu noktada avantajlı bir konumda olduğu, pornoyu erotizme çevirdiği söylenebilir mi? Bence evet, söylenebilir. Örneğin ilgi çektikten sonra başörtüsünün altında ve alay konusu yaptığı ülkücü babasıyla şefkat yüklü sahneler çizebiliyor. (Ümmühan’ın anlatısında, cinsel terapist olmasından önce kısa bir iş geçmişi vardır. Babası, ailesini korumak için bu çevrelerde adet olduğu üzere liyakatı bir kenara bırakıp, işyerindeki iktidarını kullanarak kızını çalıştığı yere aldırmıştır. Ama bu arada kızı olduğunu da gizlemiştir. Aralarındaki yakınlık ise iş arkadaşları tarafından gayri meşru ilişki sanılmaktadır. v.b.) Ümmühan kendi çelişkilerini ortaya koyduğu, örtü taktığı ya da örtük olarak söylediği şakalarında daha başarılı. Örneğin bir şakasını burada (nakletmeye çalışmamın espriyi öldürmek anlamına geleceğini bilerek) fikir vermek açısından aktarabilirim: Bir danışan ilişki terapisti etiketini gördüğü için Ümmühan’a kocaman penis fotoğrafını göndermiş. Ama şikâyetini söylememiş. Ümmühan danışanın “al bununla ne yaparsan yap” demek isteğini anladığını ama görmediği şeylerin büyüklüğüne inanan bir insan olduğunu, dolayısıyla böyle bir şeyin onu şaşırtacak bir şey olmadığını doğallıkla anlatıyor. Danışanın büyüklüğü canlı olarak da kanıtlamak isteğine karşı: “Sence ben görmediğim bir şeyin büyüklüğüne kanıt aramayı düşünecek biri gibi görünüyor muyum?” diye sakince yanıt veriyor. Hem erkek danışandaki hayvanlığı hem de bizim kafamızdaki “örtü” takıntısını eş zamanlı dokuyan bu şakası gerçekten salondan alkış almayı başarıyor.

 “Stand-up” göstericilerinin işledikleri “muhafazakâr aile eleştirisi”, cinsel ilişkilerde rahat ve özgür yönelim, dümdüz gitme dışında değindikleri diğer bir konu da telefonlarımızdaki az bilinen sosyal medya uygulamaları. (Ya da çok biliniyor da belki ben bilmiyorum.) Ama çok biliniyor olması muhtemelen cinsel açıdan pek ilgi çekici kanallar olmasından. Buradaki karşılaşmaların çıplaklık, korunmasızlık ve kendiliğindenlik üzerine inşa edilmesi “stand-up komedyenlerinin” anlatılarında kullandığı “ilgi çekme” yöntemleri için bulunmaz nimet.

“Stand-up komedyenleri” buradaki uygulamayı bilmeyenlere anlatırken bu siteleri tanıtmış, bir “lansman” gerçekleştirmiş oluyorlar. Üstelik ilgi çekici bu uygulamaların yanında ilgi çekici olmayı da sürdürebiliyorlar. Bunların ismini de veriyorlar. (Eğer yanlış yazmıyorsam Bumble, Tinder v.b uygulamalar bunlar.) Bu kanalları iki ayrı komedyenden ayrıntılı bir şekilde dinledik. Ancak ilgi çekme adına “porno”, “hız” ve “dümdüz gitmenin” hem günlük yaşamda hem sanatta doğru bir sonuç yaratmadığını biliyorum.

Son olarak komedyen denilen kimselere çok fazla ve ayrıntılı akıl-fikir verilemeyeceğini, animallah senin “eleştiri”, “tesbit”, “analiz” v.s saydığın şeyleri ters çevirip ağzına tıkayabileceklerini bilenlerdenim. Bu yüzden biraz fazla ayrıntıya kaçtıysam, dengeyi bulmak adına, son paragrafı da birkaç öneriyle genelleyerek bitirebilirim.

 Brecht’in “Mizahın olmadığı yerde yaşamak zor; ama her şeyin mizah olduğu bir yerde de yaşamak olanaksızdır” sözünü bütün komedyen arkadaşlarımın kulağına küpe yapmasını diliyorum. Bunun yanında komedyen denilen kişinin, bir yoksunluk ve yoksulluk kadar birikim ve filozofinin içinden çıktığını, Charlie Chaplin’den Ferhan Şensoy’a kadar bütün gerçek mizahçıların hakiki birer entelektüel olduklarını, asla lümpen ve harcıâlem bir yaşantıları olmadığını akılda tutmanın da iyi olacağını düşünüyorum. Eğer yaptıkları mizahın baharda bir günlüğüne açan güzel renkli ama kısa ömürlü nebatattan farklı olarak daha kalıcı olmalarını isterlerse bir önerim de yüzlerce yıllık kökleri olan ölümsüz bitkilerle aşı yapmalarıdır. Özdemir Nutku’nun “Meddahlık ve Meddah Hikâyeleri” ve Cevdet Kudret’in üç ciltlik “Karagöz” ve “Ortaoyunu” kitaplarını bu konuda başucu kitapları yapmaları iyi olacaktır. Her ne kadar II. Dünya Savaşı’nın baskıcı ve hemen sonrasında Batı’da yaşanan özgürleşme atmosferinde mikrofon önünde ortaya çıkmış bu tek kişilik showu yeni bir buluş sayamasak da şu anda otoriterliğin hâkim olduğu ülkemizde bu talebin giderek artması ve arzın çoğalması yenidir.  Kuşkusuz mizah denilen kadim duygu insanı insan yapan sağlam kökleriyle , “yeni” filizleri “yeni” sürgünleri,  çarpıcı, parlak düşünce meyveleriyle toplumsal bir varlık olan türümüzü yenilemeye devam edecektir.

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Hasip Akgül

Yanıtla