“Kara Kutu” Üzerine

Pinterest LinkedIn Tumblr +

BGST Tiyatro’nun yeni oyunu “Kara Kutu”, bir ailenin evlerinin yıkımına neden olan gerçeği arama hikâyesini anlatıyor. Toplumun izdüşümü olan bu ailenin hikâyesi ortaya çıktıkça bizi görmezden geldiğimiz gerçeklerle ve kaçmak istediğimiz sorumluluklarımızla yüzleştiriyor.

BGST Tiyatro’nun genç kuşağının ilk oyunu olan “Kara Kutu”, kolektif oyunlaştırma pratiğiyle oluşturulması ve grubun dijital tiyatro çalışmalarından beslenmesiyle deneysel bir araştırma sürecinin ürünü. 11 Şubat 2024 tarihinde prömiyerini yapan oyun; 21 Nisan’da Boğaziçi Üniversitesi ÖFB Demir Demirgil Salonu’nda, 27 Nisan’da Bursa Uğur Mumcu Sahnesi’nde, 26 Nisan ve 29 Nisan’da BeReZe Gösteri Evi’nde sergilenmeye devam edecek. Biletleri tiyatrolar.com‘dan temin edebilirsiniz.

Yeni sezonda sergilenmeye devam eden oyunun hikâyesi hakkında projenin oyuncuları Maral Çankaya ve Günkut Güven’le sohbet ettik.

Keyifli okumalar…

Söyleşi: Cansel Kademli

Merhabalar, hoş geldiniz. Kendinizi tanıtır mısınız?

Maral: Merhaba, ben Maral. Kara Kutu oyununda yazarlık, oyunculuk ve dekor tasarımı alanlarında çalıştım. Buradaki çalışmalar Boğaziçi Üniversitesi Oyuncuları’nda öğrencilik yıllarımda başladığım eğitimi mezuniyet sonrasında derinleştirme hedeflerimle şekillendi.

Günkut: Merhaba, ben Günkut Güven. Kara Kutu oyununda yazarlık, oyunculuk ve ışık tasarımı sorumluluğu alıyorum. Biz öğrencilik yıllarında Boğaziçi Üniversitesi Oyuncuları içerisinde faaliyet göstermiş, bgst tiyatro bünyesinde – daha önce çalışmaları olanlar bulunmakla beraber – çalışmalarına yeni başlamış genç kuşağın üyeleriyiz.

Kara Kutu” oyununun yolculuğu nasıl başladı?

Maral: Kara Kutu’nun yolculuğu pandemi öncesine dayanıyor. 2019 yılında, Kara Kutu oyununda da yer alan Büşra Karpuz, İlker Ergün, Mehmet Can Engül ve Elif Karaman ile birlikte doğaçlama pratikleri üzerine bir araştırma sürecine girmiştik. Bunun nedeni ise öğrencilik yıllarında ve sonrasında beraber çalıştığımız Ömer Faruk Kurhan’ın bizi bu alana yönlendirmesi, bu alanda gelişmemiz gerektiğine işaret etmesiydi. Biz de buradan hareketle bir doğaçlama atölyesi hazırladık, bunu üniversite öğrencileriyle buluşturduk. Orada çok yaratıcı, çok yönlü sahneler, karakterler oluştu. Sonra dedik ki biz niye bu yöntemle bir oyun çıkarmayalım? Deneme yanılmanın merkezde olduğu bir süreç başladı. Ancak araya pandemi girdi ve bir anda işler değişti. Biz de ister istemez dünyada tiyatrocuların kapıldığı meraka sürüklendik ve bu sefer de dijital tiyatro üzerine çalışmaya başladık.

Günkut: Tabii önce sahnedeydik ama sonra masa başına dönmek durumunda kaldık. Ama bu bizim için faydalı oldu. Art-izan Kültür Sanat Çevresi’ndeki genç mezun arkadaşlarla dijital tiyatro üzerine çalışmaya başladık. Aslında bunu sadece tiyatro ile sınırlamak doğru olmaz; dijital ortamda dans, dijital ortamda müzik, ses, efekt; bunların etkisini totalde incelediğimiz bir çalışma sürecine girdik. Burada Aysu Yumuşak, Rûbar Dindar, Beyzanur İyitütüncü de bizimleydi. Oturumlarımızdan, tartışmalarımızdan belirli yazılar çıkardık, çeviriler yaptık. Çok yaratıcı, ilham veren birçok prodüksiyon inceledik. Bunun sonuna Boğaziçi Üniversitesi Oyuncuları ve Boğaziçi Üniversitesi Folklor Kulübü ile birlikte Doğaçlama Atölyesi ve Dijital Tiyatro üzerine çalışmalarımızı baz alan bir oryantasyon oyunu olan Huzur Apartmanı adlı oyunu çıkardık. Ardından Aysu dedi ki “Ee biz niye buradan hareketle bir şey yapmıyoruz?” Baktık, hazır Covid-19 da salgın olmaktan çıkıyor, “normalleşiyoruz,” kendimizi yeniden sahne üstünde bulduk. Aysu, Maral, İlker, Büşra ve ben olarak. Elif ve Mehmet Can ise sahne önündeydi. Biz doğaçlıyorduk. Onlar düzenliyordu. Tabii o zaman “Kara Kutu”nun hikâyesi bambaşkaydı. “Kara Kutu” bile değildi.

Maral: O dönem üzerine çalıştığımız hikâye yine hafıza üzerineydi; bu sefer hikâyede herkes unutuyor ya da unutuyor gibi yapıyor veya unutanları garipsiyordu. Fakat içerisinde biraz devindikten sonra elimizdeki malzemenin mizahi yönü kuvvetli ama toplumsal koşullara ve bugüne dair derin bir tartışma sunmadığını, haliyle de dramaturjisinin zayıf olduğunu değerlendirdik. 2022 yaz aylarında bu kurgu üzerine çalışma yürütüyorduk. Ancak bu kurgu “Kara Kutu” olmaya Eylül ayında Sevilay Saral ile buluşmamızla başladı. Sevilay Saral’ın danışmanlığında yürüttüğümüz kurgu çalışmasının sonucunda elimizde şöyle bir kaba akış oluştu: Üç kardeş ve bir kuzen; babalarının ölümünün sene-i devriyesinde bir araya gelir ve o gün bulunan bir flash bellek aileyi yeni bir yola sokar. Ailenin yakın geçmişinde gizlenen, unutulan ya da bastırılan bir gerçekle burun buruna gelinir. Bunun ardından ise doğaçlama çalışmaları başladı ve “Kara Kutu” oyunu detaylarıyla ortaya çıktı.

Dijital tiyatroya dair bahsettiğiniz çalışmanın izleri görülüyor oyunda. Oyunda tiyatronun “şimdi ve o anda”lık ilkesi sahnedeyken bir yandan da görüntü kullanımıyla ailenin geçmiş düzlemine dönüyoruz. Şimdi ve o anda olan ile geçmiş birbiriyle hesaplaşmaya giriyor adeta. Bu iki düzlem ve görüntü arasındaki ilişki nasıl kuruldu? Rejiye nasıl bir katkısı olmasını düşündünüz?

Günkut: Geçmişin gitgide ortaya çıkması, aramızda zaman zaman konuştuğumuz bir konuydu. Geçmiş ve şimdiyi senin de söylediğin gibi sahne ve görüntü arasında paylaştırdık. Çizgiler çok net değil tabii: Bazen sahnede geçmiş anlatılarla ele alınıyor ya da bazen görüntüler Umut’un bilinç dışını da kapsıyor. Bunun dışında, tiyatral aksiyonlar şimdide gerçekleşirken görüntülerin bir kısmı geçmiş düzlemini yavaş yavaş açığa çıkarıyor. Yüzeydeki olay örgüsünde depodan çıkma ve depoda kalma çatışması, geçmiş videoların açılmasını; geçmiş videoların açılması da gitme-kalma çatışmasını besliyor.

Maral: Görüntüler ister istemez artı bir düzlemi daha oyunun ve akışın organik bir parçası olarak düşünmemize sebep oluyordu. Adeta beşinci oyuncu gibiler sahnede çünkü onlar da birden fazla şey anlatıyor bize. Dediğin gibi ailenin geçmişi orada, Umut’un hafızasında kalan son şeyleri zar zor çıkardığı zihni orada, karakterlerin deprem öncesinde nasıl insanlar olduklarını anlatan oyuncu aslında görüntüler. Çünkü biz de şu an herhangi bir olay yaşadığımızda onu kaydediyoruz; telefona, sosyal medyaya, Umut gibi kameramıza… Sonra unutuyoruz, kopuk kopuk oluyor her şey. Ama yeri geldiğinde dönüp bakabiliyoruz, hatırlamak istediğimizde. Görüntüler de bu şekilde işlevleniyor oyunda.

Oyunun kolektif oyunlaştırma pratiğiyle; doğaçlama, metin yazımı ve reji faaliyetinin eş zamanlı olarak ilerleyerek oluşturulması bende oyuncuların oyun dünyası içindeki devinimini olumlu yönde etkilediğine dair bir izlenim bıraktı. Siz bu süreci kadro olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?

Maral: Nereden başlasak bilemiyorum. Daha demin bahsettiğimiz doğaçlama atölyesi; çıkış noktası verilen bir vukuatın, daha önce karakter hazırlıklarını yapmış oyuncular tarafından nasıl geliştirilebileceğine odaklanır. “Kara Kutu”da da benzer bir süreç işlettik. Proje grubu (Beril, Büşra, İlker, Mehmet Can) bir vukuat hazırladılar, yani öykünün çıkış noktasını hazırlayıp vukuatın nereden başlayacağını saptadılar. Bu hazırlıkta belirli olan tek şey vukuatın nasıl başlayacağı, nasıl gelişeceğiydi. Bu durak noktalarına oyuncular olarak çeşitli malzemeler ile ulaşacaktık. Her oyuncu doğaçlama atölyesinde olduğu gibi karakterlerine dair bir hazırlık yaptı. Yapılan ilk doğaçlamada aslında o kadar da verimli sonuçlar elde edememiştik çünkü konumuz depremdi; hiç alışkın olmadığımız bir üslupta doğaçlıyorduk. Ancak yine de işimize yarayacak malzemeler çıkmıştı. Günkut, Mehmet Can ve benim dahil olduğum bir metin grubu kuruldu. Bu doğaçlamanın ardından çıkan olay örgüsü derlendi ve oluşturduğumuz metin grubu Sevilay Saral ile buluştu. Onunla çalışmak bizim için çok öğretici bir süreçti. Sevilay’da 30 yılı aşan bir bilgi birikimi ve deneyim var. Bu deneyim ve birikime yaslanarak bir tiyatro metni nasıl oluşturulur, nasıl düzenlenir, nasıl geliştirilir, bir olay örgüsü yapısal olarak nasıl ele alınır… bu noktalar üzerine çalışmaya başladık. Tabii zorlandığımız birçok nokta oldu: Belli neden sonuç ilişkilerini detay detay ele almamız gerekti. Bir de oyun metni finalde açığa çıkacak sırrın ağırlığını taşıyordu. Bu sebeple mizah öğesini olay örgüsüne dahil etmekte zorlanmıştık. Doğaçlama ayağında da karşılaştığımız bir sorundu bu; olay örgüsüne mizahı ön plana çıkaracak şekilde yaklaşamıyor, doğaçlayamıyorduk. Yazarken de bu sorun ayağımıza dolandı. Ama süreç içinde oyunda mizah dengesini kurmaya çalıştık. Seyirciden gelen yorumlar, oyunun mizah dozunun yeterli olduğu yönünde.

Peki ya reji faaliyeti nasıl ilerledi?

Günkut: Reji sorumluluğunu Mehmet Can ve İlker aldı. Mehmet Can sahne önündeydi bir önceki süreçte olduğu gibi. Ama bu sefer Elif yoktu, annelik izni aldı. İlker sahne üstündeydi. Reji çalışmaların içeriğine, doğaçlanan malzemenin nasıl düzenleneceğine ve de problematik bölümlerin yeniden nasıl kurgulanacağına dair bir ön hazırlık yaparak geliyordu. Tabii Mehmet Can’ın işi daha zordu; müzik, ışık, oyuncular, görüntü, hepsini bir bütün halinde düşünüp organik bir biçimde bağlamaya çalıştı, çalıştık. Burada üniversite yıllarından beri aşina olduğumuz oyuncu-reji mantığı da devreye girdi. Yani bir yandan karakterleri, vukuatları oluştururken öte yandan doğaçlama esnasında reji önerileri de geliştiriyorduk, Mehmet Can sahne önünden düzenliyordu. Oyunun prömiyerine bir buçuk ay kala Cüneyt Yalaz ile çalışmaya başladık. O da sahne önünden oyunculuk ve reji bağlamında desteklerini sundu, deneyimini paylaştı.

Oyun sıradan bir ailenin hikâyesini anlatırken bizlere bir Türkiye panoraması sunuyor.  Bu durum, oyunun kolektif oyunlaştırma sürecinde de hedeflediğiniz bir şey miydi?

Günkut: Hedefimizi şöyle özetleyebilirim:  Toplumsal olarak izdüşümler, kuşaklar, statüler ve benzeri unsurlar üzerinden karakterleri şekillendirmeye başladık. Bunun üzerine alışılageldik kalıpların ötesinde bir tartışma açma kaygımız vardı ancak zaman içinde hedeflediğimiz arketipler inceldi. Yani olay örgüsü ve geçmiş hikâyeleri zenginleştirdikçe karakterlere daha incelikli yaklaştık. Yine de mikro bir hikâyeyi de ele alsa, makro zemin/toplumsal olan, hikâyenin geri planında her zaman görülebilir. Bunu kaybetmemeye çalıştık. Oyundaki karakterlerin içinde bulundukları koşulları ve eylemlerini yalnızca bireylerin koşulları ve tercihleri gibi algılamadık. Yazım ve sahneleme esnasında bu koşulların ve tercihlerin toplumsal dayanaklarıyla birlikte düşünerek dramaturjimizi oluşturduk.

Dediğin gibi oyundaki karakterler toplumdaki farklı kesimlerin izdüşümleri. Bu farklılıklara rağmen bir yandan bu dört karakterin aynı ailede büyüdüğüne inanıyoruz. Siz karakterlerin yaratım sürecinde nelerden ilham aldınız? Aynı ailede büyümeleri dışında bu dört karakterin ortak bir yanı/özelliği var mı?

Günkut: Karakterler, geçmiş hikâyede ortak bir evde yaşayarak başlatılıp ince ince dokunarak ayrışma/kırılma noktalarıyla birbirinden ayrılıyor. Aynı evde oldukları vakit de toplumsal ve psikolojik olarak birbirlerinden ayrı koşullara sahipler. Feride evin ablası, anneliği devralmak durumunda kalmış. Aslında deprem öncesinde daha neşeli, hayat dolu bir kadınken bir değişim yaşamış.  Kadir, kısa yoldan köşeyi dönmeye meyilli, bu nedenle baba tarafından ezilmiş yıllarca ama öte yandan ailenin maddi sorumluluğunu üstlenmiş. Bu sorumluluğu iktidar yanlısı çevrelere girip yerine getirmiş tabii. Umut ailenin en küçük çocuğu. Esasen Z kuşağını temsil ediyor. Aile işlerinde etliye sütlüye karışmıyor, sinemacı olmak isteyen bir genç. Belki de bize en yakın olan karakter; yaşadığı travma sonucu unutmaya başlamış. Müjde zaten ergenliğinde, lisede ailenin yanına gelmiş. Onun için bir kaçış alanı o aile. Ne tam ailesi; bu sebeple dış göz olarak ağzına geleni söyleyebiliyor; ne de tam ailenin dışında. Yaşananlarda, farkında olmasa da bir sorumluluk payı var. Bu insanların birbirine sevgisi de çatışması da detaylar kurulunca anlamlanıyor.

Maral: Karakterlerin oluşturulduğu süreçte daha önce bahsettiğimiz doğaçlama atölyesinin payı büyüktür. Orada da olay örgüsünü besleyecek, birbirine engeller çıkarabilecek, birbiriyle çatışabilecek karakterler bir arada düşünülür ve olay örgüsü böyle beslenir. “Kara Kutu” sürecinde de bunu göz önüne aldık. Beslendiğimiz nokta her oyunda olduğu gibi çevremizdi, Türkiye idi. Ben mesela Feride’nin karşısında nasıl bir karakter getirirsem onu zor durumda bırakırım da buradan olayın akışını da besleyecek ve derinleştirecek bir anlam çıkar diye düşündüm. Yani karşılıklı kurduğumuz ilişkiler önceliğimizdi. Aynı zamanda bu karakterler Türkiye’deki belirli tipleri temsil ediyorlar, demin konuştuğumuz gibi. Onların eğilimleri, karakter özellikleri, ekleyebileceğimiz şeylerin arayışındaydık hep, hâlâ öyleyiz. Bu tür yönelimleri doğaçlama sürecindeki egzersizlerden doğru da netleştirip kurduk. Burada tabii sahne önü yönlendirici oldu, oluyor. Karakteri zor durumda bırakacak, onun zayıf noktasına dokunacak, o karakterin gestus’unu bulduracak vukuatlar hayal edip doğaçladık.

Günkut: İkinci soruna gelince, yani bu dört karakterin ortak özelliği belki de yıkılmış olan evin, ailenin onlar için konfor alanları olması. Feride orada kendini güvende hissettiği anne rolünü yerine getiriyor, Umut el bebek gül bebek yetiştiriliyor, Müjde sorumluluğu olmayan bir ortamda aile sıcaklığını buluyor. Kadir de ihtiyaç duyulan bir abi rolünü üstlenebiliyor.

Bahsettiğiniz doğaçlama çalışmalarının oyun karakterlerini daha yaşayan” tipler kıldığını düşünüyorum ben de. Her seyircinin kendinden bir parça bulabileceği şeyler var oyunda. Siz farklı seyirci gruplarından nasıl dönüşler aldınız?

Maral: Oyun henüz dört kere oynandığı için derinlikli ve doğru bir yorum yapmak zor olacaktır. Ama Z kuşağı Umut’u ve dilini kendine yakın görüyor. Müjde sanırım beyaz yakalıların bildiği bir tip. Kadir de herkesin ailesinde, mahallesinde olan girişimci bir abi, amca, dayı… Feride ise “bu kadın bizim evde” denilebilecek bir karakter.

Oyun dünyası karakterleri ve metniyle girift ve zenginken sahne üzerindeki tasarımın oldukça sade ve fazlalığa yer vermeyen bir anlayışla tasarlandığını görüyoruz. Bu tercihinizin sebebi neydi?

Günkut: Amaç her şeyin bir işleve hizmet etmesi. İşlevsiz bir detayın sahne üzerinde olması anlamlı değil. Hayatın da ancak bir kısmını hikâyeye taşıyabiliyoruz, dekor ve ışıkta da öyle. Umut’un kendi kendine kaldığı düzlemde diğer düzleme göre daha kompleks bir ışık tasarımı var ama bu da onun iç dünyasını anlamlandırmak için. Kostümde de hikâyeye göre; babanın sene-i devriyesi olması açısından, dramaturjik olarak koyu ve gri alanları işlediğimizden siyah ve gri renkleri kullandık. Totalde baktığımızda sahnede beyaz kutular ve siyah, gri giyinmiş karakterler var. Hikâye ve karakterlerle örtüşen renkler bunlar.

Maral: Tasarımı yaparken amacımız tüm unsurların birbirleriyle uyumlu olması ve hikâyeye hizmet etmesiydi. Günkut’un dediği gibi renginden işlevine sahnede bulunan her bir dekor, kostüm, aksesuar aranan kara kutu temelli düşünüldü.

Oyunda Umut karakteri üzerinden bir Matrix göndermesi de yer alıyor. Kırmızı hap- mavi hap ikilemi çok evrensel ve felsefi bir göndermeyken oyunun hikâyesiyle yerelleşiyor ve günümüz Türkiyesinde karşılaştığımız durumlara karşı verdiğimiz/veremediğimiz tepkiler, gerçekleştirdiğimiz/gerçekleştiremediğimiz eylemler üzerine düşünmemize neden oluyor. Siz bu alegoriyi metinde nasıl işlevlendirmeyi hedeflediniz?

Günkut: Mavi ve kırmızı hap metaforu aslında gündelik hayatta her gün karşımıza çıkan birçok seçimin iyi bir temsilcisi. En azından ben hep böyle düşünmüşümdür. Hamlet’in çelişkisine başka bir perspektiften baktığımızda oradaki kırmızı ve maviyi de görebiliriz. Babasıyla bilincine giren gerçeği deşecek mi deşmeyecek mi? Huxley’nin Cesur Yeni Dünya kitabının sonlarında da Mustapha Mond’un bu ütopya/distopyayı neden kurduğunu dinleriz. O mavi bir seçim yapıp insanlık için hazzı seçmiştir ama bu da oldukça rahatsız edici. İnsan sadece haz odaklı bir yaşama indirgendiğinde hayvanlaşıyor. Matrix’te de öyle. Sanırım mesele şurada: Gerçeği (kırmızıyı) gördükten sonra diğer seçenek daha mutlu olacağımız bir yaşam da olsa o seçeneği seçemiyoruz. Bilmeyi istemek ve gerekirse o seçimi yaşarken mutsuz olmak da çekici geliyor. Belki de bu yüzden kolay kolay “Maviyi seçerim, rahat ederim.” diyemiyoruz. Ben arkadaşlarımla konuştuğumda da kimse doğrudan maviyi seçemiyor. Türkiye’yle alakalı yanı, hikâyenin Türkiye’de geçmesi. Yoksa kırmızı ve mavi hap dünyanın her köşesindeki insana her an sunuluyor. Kimse de her bir seçiminde hayatının tamamında kırmızı ya da maviyi seçmiyor, bazıları hayatlarının belli dönemlerinde maviye bazıları kırmızıya yatkın. Bazıları da Umut gibi arafta kalıyor. Hikâyenin evrenselliği burada. Ben şöyle düşünüyorum: Bu hikâyenin ayaklarını söküp ufak değişikliklerle başka yerelliklere adapte edilebilmesi mümkün.

Yakın zamanda şahit olduğumuz bir dram sahne üzerine konarken bunu mizahi bir dille anlatmayı tercih ediyorsunuz. Bu tercihinizin sebebi nedir? Komiğin sahne üzerindeki etkisini nasıl tanımlarsınız?

Günkut: Hiçbir zaman tek bir soru yok. (Gülüşmeler.) Biz hikâyeyi düşünürken henüz 6-7 Şubat Depremleri gerçekleşmemişti. Dolayısıyla doğrudan tekil bir depremi sahnelemediğimizi belirtelim. 6-7 Şubat Depremleri’nin gerçekleşmesi hikâyenin etkisine ve kurulumuna belli yönler verdi. Bu hikâye başka depremler baz alınarak da düşünülebilir ama koşulların 2024 Türkiye toplumsal koşulları olduğunu da söylemek gerekir.

Oyun mizahi bir dille ele alınıyor çünkü bunu ancak böyle kaldırabiliriz. Hikâyenin dramına odaklandığımızda durum kaldırabileceğimizden ağır bir hale geliyor. Nitekim o anlarda, depremin etkisinin konuşulduğu anlarda mizahi bir ton yok. O anlar ağır olduğundan diğer bölümler mizahi ele alındı. Mizah, hikâye ve eylemlere beraberce bir mesafe almamızı, üzerine düşünebilmemizi, eylemleri eğlenceli bir mesafeden eleştirebilmeyi sağlıyor. Türkiye’de yaşayan seyirciye de Türkiye’de yaşadığımız hayat gibi (ağır gerçekler altında ama bazen de gülebildiğimiz), sadece mizah ya da trajik öğeler yerine ikisini karıştırarak daha bütüncül yaklaşımlı bir izlek sunuyor. Bir de her şeye rağmen yaşama sevinci var. En temel güdülerimizden biri bu. Her ne kadar kötü koşullarda olursak olalım, insan yaşama sevinciyle dolu, gülmece ve mizahla iç içe. Neden bu yönü, bu sıcaklığı bırakalım?

Oyunun içeriğinden çok genç sanatçıların deneyimleri üzerine de yoğunlaşmak istiyorum şimdi. Bu sefer de tek bir soru sorayım. (Gülüşmeler.) Amatör olarak başladığınız tiyatro yolculuğunuza profesyonel olarak devam etmek nasıl bir deneyimdi?

Günkut: Bence amatör kavramı değişmiyor sadece artık üniversite tiyatrosu yapmıyoruz. Yine aşkla yapılan, belli ilkelere ve disipline uymadığında kötü sonuçlar doğuracak bir iş bu. Sanırım fark seyirci kitlesinde, biraz da hedef çıtamızı metin yazımı, oyunculuk anlamında yükseltmemizde. Bir yandan hepimiz bir ya da birkaç işte çalışıyoruz. Yani bu anlamda da profesyonel değiliz, tiyatrodan kazandığımız bir para hayatımızı geçindirmiyor. Türkiye’de böyle olmayan grup var mı bilmiyorum. Buna karşın sanatsal olarak hedefi aşağıda tutmamaya gayret ediyoruz.

Gençlik konusuna gelince enerji anlamında iyi bir şey bu. Bir de deneyimli tiyatroculara göre daha az deneyim sahibi olduğumuzdan kılı kırk yararak yaklaşıyoruz. Bol hata yapıyoruz. (Gülüşmeler.) Bu özen, devam edersek, zamanla daha çok tecrübeye dönüşecek sanırım.

Deprem meselesi İstanbul için de yakıcı bir gündem.  Oyunu İstanbul seyircisiyle buluşturduğunuzda nasıl tepkiler aldınız?

Maral: Deprem konusunun depremden önce işlenmesine karar verdiğimizi söylemiştik. Sonra deprem oldu. Oyun çıkma sürecinin başında bu konuda çekincelerimiz vardı. Biz depremin toplumsal yanını, mağdurların yanından bakarak ele alıyoruz ama her ne olursa olsun daha yeni olmuş bir felaket, “Travmatik olabilir mi?” diye düşünmeden de edemiyorduk. Sahne üzerinde yaşanılan travmayı tekrar ettirmeden, tetiklemeden bu olayla yüzleşmenin sahneleme anlamında yolunu araştırdık. Birçok farklı sahneleme denedik. Gelen dönüşler depremi yaşamış ya da depremden korkan insanları tetikleyen bir durum oluşmadığı yönünde. İleride başka tepkilerle karşılaşır mıyız, bilmiyoruz tabii.

Kara Kutunun gelecek programı nedir?

Günkut: İstanbul’da 21 Nisan Boğaziçi Üniversitesi Demir Demirgil Tiyatro Salonu’nda; 26 ve 29 Nisan’da ise BeReZe Gösteri Evi’nde olacağız. Aynı zamanda ilk turnemizi de yapacağız bu ay. 27 Nisan’da Bursa Uğur Mumcu Sahnesi’nde olacağız. Buraya kadar okuyan ya da göz atıp buraya gözü takılan herkesi bekleriz. (Gülüşmeler.)

Paylaş.

Yanıtla