Pınar Erol
DasDas yapımı “Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet” oyununu Ceren Boz’a borçluyuz desem abartmış olmam. Murat Gülsoy’un aynı adlı kitabını okuyor, seviyor, Nagihan Gürkan ile birlikte uyarlıyor ve yönetmesi için de yine ona teklif götürüyor. Kitabın ortaya çıkma motivasyonu ise “arzular” ve “korkular” arasındaki debelenmeden, o pürüzü halletme derdinden çıkıyor. Yapay zekâya ilgi duyan Gülsoy, bir gün eskiyen vücudu, başka bir ortama aktarmanın yollarını düşünüyor. Böylece sonsuza kadar yaşarız diye bir fantezi kuruyor. Bunun teknik olarak mümkün olmadığını bildiği için de başka bir zihnin içine transfer etmeyi düşünüyor. Sonra da soruyor “Peki bu kimin işine yarar?” Yalnızların tabii! Yani yalnızlar böyle bir servis satın alabilsinler diye çıkıyor roman. Tam da bu ölüm ve yaşam temalarından bahsederken -tesadüfün böylesi- oyunun yönetmeni Nagihan Gürkan’a tiyatroyu sevdiren oyunun adı “Ölü Canlar”. Bakın bu da çok iyi bir match!
Oyunu, Sabahattin Yakut’un canlandırdığı Mirat karakterinin anlatımı üzerinden izliyoruz. Defalarca uyarma/düzeltme gereği hissedilen bu isim, doğal olarak merak uyandırıyor. Mirat’ın ilk anlamı “ayna”. “Yansıma” ve “dış görünüş” anlamları da oyunda yerlerini buluyor. “İnsan neye elini atsa, kendi hayatından bir yansımayla karşılaşıyor. Çünkü insan bir aynadan başka bir şey değil. Kendisi kadar yansıtabiliyor dünyayı” sözleri ismiyle müsemma karakterin yapı taşlarını oluşturuyor. Öte yandan, bir harf farkıyla yazarının da adı olan Murat ile karıştırılması, yazarın, kaygılarının romana sızmasına izin verdiğini göz önünde bulundurursak, maksatlı bir seçim. Yönetmenin başlarda tek kişilik yapmayı planladığı oyuna, Ceren Boz ve Ümit Erlim, canlandırdıkları karakterlerle derinlik ve seyir keyfi katıyor. Roman kişileri onların bedenlerinde, -eğer barkovizyona düşen yansımalarından izliyorsanız da- yüzlerinde var oluyor. Ve elinde kamerasıyla oyuna asistanlık eden Nihan Işık’ın da varlığıyla sahne üzerindeki kadro tamamlanıyor.
Mirat, neredeyse el birliği ile emekli edilen bir matematik öğretmeni. Tam “aylak adam” olacakken, denk geldiği JANUS broşürü sayesinde yalnızlığının son gününü yaşayacak. Janus’un da anlamına bakalım. Hem başlangıcı hem sonu simgeleyen iki yüzlü bir Tanrı. Aynı zamanda giriş ve çıkışlardan sorumlu. Mirat, üzerine düşünme fırsatı bulamadan kendini işlem yaptırırken buluyor ve ölen Esra’nın zihni kendisine transfer ediliyor. İkisi daha birbirini tanımaya, birlikte yaşamaya alışmamışken bu sefer de Esra, bitkisel hayattaki sevgilisi Tuncay’ı yanında istiyor. Onun da transfer edilmesiyle Mirat’ın zihninde üç kişilik zorlu bir yaşam başlıyor. Artık kimin kim olduğu belli olmayan kişilik savaşı da böylece başlamış oluyor. Gerçeklik ve hayal, zihindeki kişiler gibi köşe kapmaca oynuyor. İçine ölüleri alan Mirat’ın bedeni bunu kaldırabilir mi? Yalnızlıktan kurtulabilir mi? Yoksa içindeki boşluk büyüyüp onu da yutar mı diye diye art arda sıraladığımız soruların en korkulanı ise insan bu durumda delirmez mi oluyor.
Gülsoy’un post-modern tavrı tiyatroda da devam ediyor. Aynı metinler arası geçirgenlik sahnede de var. Biraz fantastik, biraz bilim kurgu, biraz dijital, biraz gerilim, biraz ruh bilimsel olan metin, felsefi bir konuyu çoklu ortamda tartışmaya açıyor. Günümüzde ölüyü dirilten yapay zekânın yaptıklarına bakılırsa bir o kadar da gerçekçi. Bu buruk ruh hali, onu şenlendirecek öğelere bezenerek anlatılıyor. Yine de yol, hayalleri kışkırtalım derken açmazlardan oluşan kâbusa çıkıyor. Yalnızlıktan ölesiye korkuyoruz! Yalnız kalmamak için de işte böyle olmayacak işlere kalkışıyoruz. Tarkovski’nin “Kendinizi, kendinizle zaman geçirmeyi yalnızlık sanmayacağınız şekilde yetiştirin” sözlerine tutunuyorum. Bu kavrayış ve beraberindeki kabulleniş, işleri kolaylaştırıyor. Yalnız geldik, yalnız gideceğiz.
Sahnede irili ufaklı 7 sandalye var. Kenardakileri de sayarsak toplam 10 sandalye ve sol taraftaki mikrofon oyunun dekorunu oluşturuyor. Bana ilk bakışta konforsuzluğu, derme çatma yerleşmeyi düşündürse de oyun sırasında beynin kıvrımları kadar, labirenti, rakı masasını, kitapları da gözümüzün önüne getiriyor. Tüm akrobasi, o sandalyeler arasında gerçekleşiyor. Sabahattin Yakut, onların arasında geziniyor; içlerinden geçiyor; anlarından sarkıyor; tepelerine çıkıyor. Ceren Boz ve Ümit Erlim, altındaki sandalyeleri çekince, o da ne yapsın, ya o yükseklikten yere atlıyor ya da sandalyesini ustalıkla aşağıya deviriyor. Yine, Tuncay’a can veren Ümit Erlim, Mirat’ın zihnine girerken ana rahminden çıkar gibi baş aşağı geliyor. Yeri geliyor onların üzerinde şınav çekiyor. Pilatesin faydalarını performansına ekliyor. Hareket tasarımı, bu farklı yüksekliklerin arasında bir bağlaç oluyor. Salih Usta’yı kutlarım. Cem Yılmazer yine hem sahne hem ışık tasarımını üstleniyor. Tüm o tayfın içinde özellikle rüyaya geçiş ve anlattığı şeyin de güzelliğinden olsa gerek yanan-sönen kırmızı ışık bölümleri gönlüme çentik atıyor. Kostüme gelince, Mirat’ın anlam yüklü ceketine çok iş düşüyor. Meğer babasından kalan ceket onun zırhıymış. Bedenine büyük gelmesi güzel de biraz daha eskimiş olması gerekmez miydi diye Eylül Gürcan’a sormak istiyorum. Bedenine göre aldığı yeni ceketine lafım yok ama. Onun dışındaki tüm karakterler kitaptaki kara sayfaya, ölümün rengine, siyaha bürünmüş. Oyunun ruhuna çok uygunlar.
Anti kahramanlara özgü o beceriksizliğin uyandırdığı sempatiklik Sabahattin Yakut’ın tavırlarına işlemiş. Mirat olarak söyledikleri, gözlemleri bizde karşılık buluyor. Var olmanın sosyal medyada görünürlük ile ilişkisi düşündürücü. Ümit Erlim, Tuncay, Mehmet Tonguç, Janus çalışanı ve tartışma programındaki uzman rollerine geçişte kıvrak, rolleri ayırt etmemizde nüanslı. Elbette bunda kullandığı aksesuarların da yardımı var. Ses efektlerinden de sorumlu olan Erlim, o bölümlerde bizi gülümsetmeyi biliyor. Ceren Boz çok dürüst. Hem Esra’yı hem Mirat’ın kardeşi Sema’yı hem de Tülin’i canlandırırken rollerinin hiçbirini taşırmıyor. İçten gelen bir benimseyişle onları var ediyor. Onun da kullandığı ayırt edici aksesuarları var tabii. Nihan Işık, hem projenin hem rejinin hem de sahne üzerinde multimedyanın asistanlığını yapıyor. Dil içinde dil yaratımı onun kamerasından yansıyanlarla mümkün oluyor. Perdeye yansıyan görüntülerden yakın -hatta çok yakın- çekimi izlerken aynı anda dilersek uzaktan bakıp onu da içeren bir perspektife sahip olabiliyoruz. Mirat’ın, kişiler yerine onların yansımalarıyla konuşması, onların yakın, Mirat’ın genel çekimli görüntüleri, yer yer tepetaklak halleri rejinin diline katman sağlıyor. Buna mikrofonda edilen itiraflar ekleniyor. Bu kapsayıcı dili ise Nagihan Gürkan’ın dünyasından sahneye dökülenler oluşturuyor. Zor bir sahneleme dilinin üstesinden gelen Gürkan’ın kurduğu her dünyayı severek izliyorum.
Sadede gelirsem, “tuhaf”la başlayıp “tuhaf”la biten akışa varoluşsal sorunumuzu sığdırıyorlar. Ona hem yakından hem uzaktan bakmamızı sağlayacak bir bakış açısı yaratıyorlar. Kalabalıklar içindeki yalnızlığı ve yalnızlığın içindeki kalabalığı estetize ediyorlar. Çok romantik gibi görünen “sizi düşünen son kişi ölünceye kadar siz de onunla yaşarsınız” sözünü gerçekçi kılıyorlar. İyi tarafından bakarsak, istila ettikleri zihnin sahibini -bir süre de olsa- daha iyi bir hale getiriyorlar. Ona yaşam veriyorlar. Kokuları hissetmesini, içine çekmesini, yaşamı keşfetmesini sağlıyorlar. Onu daha fit ve genç hale sokuyorlar. (Bu arada Yakut’un göbeğinden kurtulup adonisi belirgin bir vücut yaptığına her nasılsa ikna oldum.) Başkasının gözünden bakmanın katma değerini ekliyorlar. Bir de fena mı, şu ölümlü dünyada ömrümüze ömür katıyorlar. Bize mutlu olduğumuz anı düşündürüyorlar. Bize çok güzel bir hizmet sunuyorlar. Çok yaşasınlar.
Proje Tasarımı: Ceren Boz
Uyarlayan: Ceren Boz – Nagihan Gürkan
Yönetmen: Nagihan Gürkan
Oyuncular: Sabahattin Yakut, Ümit Erlim, Ceren Boz, Nihan Işık
Hareket Tasarımı: Salih Usta
Kostüm Tasarımı: Eylül Gürcan
Sahne ve Işık Tasarımı: Cem Yılmazer
Cast Direktörü: Selim Bahar
Proje ve Reji Asistanı: Nihan Işık