Melek Kentmen’in Ertuğrul Sertbaş ile gerçekleştirdiği söyleşiyi okurlarımızla paylaşıyoruz.
Çok yönlü kişiliğiyle farkını ortaya koyan bir isim Ertuğrul Sertbaş… Genç yaşına rağmen birçok şey başarmış, başarmaya da devam ediyor. Tek kişilik olan “Kıvılcımdan Aleve” adlı gösterisinde, bir şekilde Mustafa Kemal Atatürk’e temas etmiş insanların hikâyelerini anlatıyor. Özellikle gençlerin Atatürk’ü anlamasını sağlıyor, aslında çok önemli bir misyon yüklenmiş. Belki de sınırları zorluyor. Şimdi kendisini daha yakından tanıyalım…
Melek Kentmen: Sizi tanıyabilir miyiz?
Ertuğrul Sertbaş: 2006 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümüne girdim. Tarih Bölümüne girmemin de enteresan bir hikâyesi var. Lise yıllarında dersime giren tarih öğretmenimin anlatmış olduğu hikâyelerden çok fazla etkilenerek, ondan feyz alarak tarih öğretmenliği bölümünde okumak istedim ve lise son sınıfta bu isteğimi gerçekleştirdim. İstanbul Üniversitesi’nde okurken tarihi yarımadanın çok ciddi manada etkisi oldu. Orada tarih ile buluşmak, oradaki sahafları tespit etmek, oradaki sahaflardan kitaplar almak, hikâye kitaplarını alıp okumak, onları hikâyeleştirmek beni çok farklı bir tarza büründürdü. Mezun olduktan sonrada akabinde yüksek lisansımı yaptım ve kendimi tarih öğretmenimin yanında buldum. Asistanı oldum ve değişik bir metoda büründüm. Zamanla tarihi insanların gözünden hikâyeleştirmeye başladım. Seneler geçtikçe bu durum benim daha da pişmeme ve yetişmeme sebep oldu. Birden kendimi 2018’in başlarında sahnede buldum.
Peki, bu nasıl oldu?
Eğitim, öğretim faaliyetleri içerisinde ders verdiğim çocukların anne ve babaları beni dinlemek istediler. Bir akşam etkinlik yaptık ve ilk defa o akşam sahneye çıktım. Aslında kafamda sahneye çıkmak veyahut sahne eğitimi almak gibi bir düşünce yoktu. Tamamen insanların etkisiyle kendimi sahnede buldum. Bilgi haznemde mevcut olan hikâyeleri insanlara sundum. Ve gördüm ki ben bunu yapabilirim. Ben bu işi yaparım dedikten sonrada devamı geldi zaten. İstanbul Üniversitesi’nde okuduğum süre zarfı içerisinde hep tarih ile haşır neşir oldum. Seminerleri takip ettim ve insanlardan ne öğrenebilirim, duruma nasıl daha farklı yaklaşabilirimin peşinde koşmaya başladım.
Sanırım yazdığınız kitaplarınız da var…
Evet… İlk kitabım Atatürk’ün Hikâyesi… Sonrasında Atamın Hikâyesi ve Atamın Hikâyesinin Bilinmeyen Yönleri adlı kitapları yazdım. Bir de sahnede anlattığım hikâyeleri bir araya getirdiğim yeni hikâye kitapları yazdım. Aslında bu bir süreçti. Ve hayatta kırılmalar, bazı noktalarda hayatın akışının değiştiği anlar oluyor. Açıkçası onları çok fazla yaşadım.
Şimdi röportajımızın amacı olan tek kişilik gösteriniz Kıvılcımdan Aleve’ye gelmek istiyorum. Bir konuşmamızda Sunay Akın’dan feyz aldığınızı söylemiştiniz. Peki, benzerlikler gösteriyor mu yoksa farklı hikâyeler mi dinliyor sizi izlemeye gelenler?
Sunay Akın bu işin Türkiye’deki tek temsilcisi… Bununla ilgili olarak kimi örnek alabilirsiniz? Karşınıza kim çıkabilir? Tabii ki Sunay Akın… Ondan etkilenmemek mümkün değil. Sunay Akın çok daha farklı olayları, edebiyatı ve diğer farklı unsurları birleştirerek daha geniş kapsamlı ele alıyor. Ben ise daha çok Atatürk’ün etrafında çevrelenmiş olan insanların birbirine düğümlenmesini ele alıyorum. Yani izleyiciler “Kıvılcımdan Aleve” adlı gösterime geldikleri zaman Mustafa Kemal Atatürk’ün yurt dışına yollamış olduğu öğrencileri ve Atatürk’ün temas ettiği kişileri görüyorlar. Buradaki insanlar birbirlerine düğümlenerek aslında merak duygusu da uyandırıyor. Yani sahnedeyken bir kurgu yapıyorum, gerçek hayat hikâyesinden yola çıkarak bu kurguyu izleyicilere aktarıyorum. Bunların çoğu da Atatürk’ün yurt dışına yollamış olduğu öğrencilerden oluşuyor. Bir örnek ile açıklamak gerekirse, İstanbul Üniversitesindeki öğrenciler çok heyecanlılar ve panoya bakıyorlar. Yalnız içlerinden bir tanesi yurt dışına gitmekle gitmemek arasında tereddüt yaşıyor. Sirkeci garına gidiyor ama hâlâ bir tereddüt içerisinde, o sırada yanına bir postacı geliyor ve telgraf uzatıyor. Telgraf Mustafa Kemal Atatürk’ten… Şöyle yazıyor: “Sizleri birer kıvılcım olarak gönderiyorum, bir alev olarak geri döneceksiniz.” Artık geriye dönüşü yok, O çocuk Berlin’e gidecek ve o çocuk Berlin’e gittiği zaman çok önemli bir sima haline gelecek ve ileride Türkiye’nin başbakanı olacak. Sadi Irmak… Berlin’e 25 kişilik bir ekip gidiyor. Bu ekibin içerisinde çok değerli simalar var. Biz aslında buna Türk Promethe’ler diyoruz. Bu çocuklar arasında Cumhuriyetin aydınlanmasını sağlayacak, Cumhuriyeti modernleştirecek, muasır medeniyetler seviyesinin üzerine taşıyacak isimler olacaktır. Bunların hepsi birer ilktir. Bu ilklerden isim isim farklı örneklerle bahsedebiliriz belki…
Ben yine gösterinize geri dönmek istiyorum. Şimdiye kadar sanırım birçok ile gittiniz… Geri dönüşler nasıl?
Yaklaşık 40 ilde gösterimi gerçekleştirebildim ve buralar genelde batı illeriydi ve geri bildirimler beni çok fazla memnun etti. Aslında bu gösteriye bir bakıma da keşif yolculuğu diyebiliriz. Çünkü insanlar tarih ve Atatürk ile ilgili bilmedikleri çok şey olduğunu fark ediyor. Tabii ben bu alanda bir eğitim almadım. Tamamen her şeyi sahnede öğrendim. Eğer bu bir yetenekse, ben bu yeteneği insanların karşısında geliştirdim. Bu işi ne kadar çok yaparsanız ne kadar çok farklı insana temas ederseniz, siz de kendinizi o kadar çok geliştiriyorsunuz. Mersin’e, Adana’ya, Hatay’a gittim. Çok değişik şeyler öğrendim. Hayal bile edemeyeceğim bir şekilde ben bu insanlara ulaşabildim. 29 Ekim 2023’te yani Cumhuriyetimizin 100. yılında Hataylılarla buluştum. Bu benim unutamayacağım bir gündü. Cumhuriyetin 10. yılı kutlamalarında Mustafa Kemal Atatürk’ün yapmış olduğu o heyecan verici konuşma geliyor akıllara… İnsanlar gördüğüm kadarıyla birçok noktayı bilmiyorlar. Yani aydınlanma felsefesi dediğimiz Türk aydınlanmasını, Mustafa Kemal’in getirmiş olduğu bu çağdaşlaşma projesini Türk Rönesans’ı olarak ifade ettiğimiz bu durumun pek çok noktasını insanlar bilmiyor. Benim amacım insanlara ulaşabilmek, aslında burada bir kırılma noktası var, bunu yapabilirsem kendimi başarılı göreceğim. Evet şu an yapmış olduğum ölçüde başarılıyım. Zaten başarı süreklilik arz etmesi gereken bir şey ve ben her gün yeni bir şey öğreniyorum. Bu öğrenme süreci de ömür boyu devam edecek.
Peki, devamında neler düşünüyorsunuz? Mesela gösteriniz hep aynı hikâyelerle mi devam edecek?
Açıkçası kendimi sürekli yeniliyorum. “Kıvılcımdan Aleve” gösterisini sabit tutuyorum ama gösterinin içerisindeki kişileri değiştiriyorum. Güncelliyorum. Yani içerisinde elli sima varsa ve bu elli sima birbirlerini hikâyeleştiriyorsa bu elli simayı sürekli değiştiriyorum. Geçen gün koymuş olduğum yeni bir hikâye var mesela…
Dinlemeyi çok isterim…
Birinci Dünya Savaşında Kayseri’de doğmuş olan bir çocuk var. Bu çocuğun babası Kayseri Erkek Lisesi’nde hademelik yapıyor. Ali Bey… Cumhuriyetin ilk yıllarına doğru babasının hademelik yaptığı okulda okula başlar. Bu çocuk Erciyes Dağı’na bakıp hayaller kurar. Çünkü Mustafa Kemal o çocuklara o kadar güveniyor ki, o çocukların o kadar çok başarılı olmasını istiyor ki; “Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni muasır medeniyetler seviyesine işte bu çocuklar çıkaracak. Biz bunları yurt dışına yollayacağız, onlar bir alev olarak geri dönecekler ve bu yurdun evlatları olarak bu yurdun evlatlarına bir şeyler anlatacaklar” diyor. Aslında amaç bu. Ve bu çocuk Mustafa Kemal’in Berlin’e yolladığı ekip içerisinde. Anılarında şöyle söylüyor bu çocuk; “Biz oraya gittiğimiz zaman Almanlar bize gıptayla bakıyordu” diyor. Berlin’de eğitim gördükten sonra Türkiye’ye geri dönüyor ve o sırada soyadı kanunu çıkıyor. Bizim soyadımız “Ketin” olsun diyor. Evet o çocuk 1939 senesinde Kuzey Anadolu fay hattını keşfeden Profesör Doktor İhsan Ketin’den başkası değil. “Ben Kuzey Anadolu fay hattını keşfettim ama derdimi anlatacak herhangi bir politikacı bulamadım” diyor. Buna benzer birbirleriyle düğümlenen bir sürü insan var. Bu insanlar çok değişik anlarda karşımıza çıkıyor.
Siz İstanbul Üniversitesi Tarih Bölümü’nü bitirdiniz. Aslında sahneyle hiç ilginiz yok ve okurken aklınızda böyle bir şey de yoktu. Öncelikle özgüveninizden ötürü sizi kutluyorum. O kadar insanın karşısında “Ya unutursam” korkusu yaşıyor musunuz?
Çok teşekkür ederim. Aslında ilk başlarda en korktuğum şey buydu ama zamanla sanırım bununla da yaşamaya alışıyorsunuz. Kendinize o kadar güveniyorsunuz ki artık o sahneden aşağı inmek istemiyorsunuz. Adeta orası sizin yaşamınız oluyor. Hatta sahneye çıkmadığım zaman olumsuz düşüncelere bile kapıldığım oluyor. Kafamda kurmaya başlıyorum. Ben bir sanatçı değilim, tiyatrocu da değilim. Aslında benim yaptığım “Hikâye Anlatıcılığı.” Ben hikâye anlatımı yapıyorum ve bu işi çok daha ileriye götürmek istiyorum. Bu benim dördüncü senem ve toplamda 250 kere sahneye çıkmışım. Bir rakam hedefim yok ama yaşamım boyunca nefes alıp verdiğim sürece sahnede olmayı hedefliyorum.
Sahneye tekrar döneceğim ama bilenler muhakkak vardır fakat bilmeyenler için “Cumhuriyetin 100’ü” adlı programınızdan bahsetmek istiyorum. Bu programı hem hazırlıyor hem de sunuyorsunuz değil mi? Detayları sizden alabilir miyim?
Kitaplar yazmaya ve sahneye çıkmaya başlayınca açıkçası bir de tarih programı yapma düşüncesi girdi aklıma. Çevremin gelişmesi ve insanların beni yavaş yavaş tanımasıyla birlikte televizyonda da yavaş yavaş gözükmeye başladım. Esasında hikâye anlatıcılığı yaptığım için bunu da “Tarihin Hikâyesi” olarak isimlendirdim. Bunu hem Cem Tv de hem de Ulusal Kanal da yaklaşık 70 program olarak hazırlayıp, sundum. Şu anda ise yeni kurulmuş bir kanal olan MK Haber’de “Cumhuriyetin 100”ü programını yapmaya başladım.
Ben de programınıza konuk olmuş biri olarak izninizle bir şey sormak istiyorum. Programınıza konuk aldığınız kişilerin en büyük özelliği kendisinin ya da ailesinden birinin bir şekilde Atatürk ile temas etmiş olması değil mi?
Aslında hikâye anlatıcılığım hep O’nun üzerine kurulu olduğu için sanırım programda bir şekilde O’na evrildi. Mesela dedeniz 1935 yılında geç bir bahriye subayıyken hastalığıyla alakalı Atatürk’e mektup yazma cesaretini göstermiş. O zamanlar insanlar hem samimi hem cesaretleri var hem de kendilerine güveniyorlar. Çünkü Mustafa Kemal devrimi onlara bir güven vermiş. Bence Cumhuriyet demek güven demek, inanmak demek, başarmak demek. Mustafa Kemal bunu yapmış. Biz ne yazık ki ülke olarak ruhumuzu kaybetmiş durumdayız. Ben bu ruhu vermeye çalışıyorum ya da şöyle diyeyim kendi payıma düşeni vermeye çalışıyorum. Siz ne kadar etkin olursanız ne kadar faal olursanız bu ruhu tekrardan yakalayabiliriz. Bunun ne kadarını yapabiliyoruz o da tartışma konusu…
Sahneye dönecek olursak seyirci yaş ortalamanız nedir? Bu konuda bir istatistik yapabildiniz mi?
Maalesef ondan biraz şikayetçiyim. On beş ile yirmi beş arası olan yaş gurubuna siz bizzat giderseniz izliyorlar ama onlar gelip izlemiyor. Belediyelerin düzenlemiş olduğu etkinliklerde ise yaş ortalaması otuzdan atmış beş yaşa kadar gidiyor. Bazen üstüne de çıktığı oluyor.
Aslında gençlere tarihi sevdirmek bakımından da çok önemli bir iş yapıyorsunuz… Atatürk’ü, tarihi hikâyeleştirerek anlatıyor olmanız okullar için de bir avantaj değil mi?
Demin sizin de söylediğiniz gibi o yaş kategorisine hitap etmeyi çok istiyorum ama okullar buna ne kadar sıcak bakıyor, Milli Eğitim bunu ne kadar ön plana alıyor tartışma konusu olan burası zaten. Bu tarz etkinliklere ülkenin çok fazla ihtiyacı var, ben de bunun sıkıntısını fazlaca çekiyorum.
Bugünkü ana konumuz Gazi Mustafa Kemal Atatürk’tü. Şunu sormak istiyorum, Atatürk demek ne demek?
Atatürk demek unutmamak demek, vefa duygusu demek. Mustafa Kemal olmasaydı bu Cumhuriyet olmazdı.
Son olarak söylemek istedikleriniz nelerdir?
Benim son olarak söylemek istediğim şu; insanlara temas ettikten sonra artık onun geriye dönüşü olmuyor. Bu çok önemli bir şey… Türkiye bu aydınlanma devriminin, ki Cumhuriyet bir aydınlanma devri aynı zamanda, kadın ve çocuk devrimi olarak da kabul edilir. Mustafa Kemal 16 Mayıs 1919’da Bandırma Vapuruna binerken O’nu Nuri Ulusu uğurluyor. Nuri Ulusu o tarihlerde henüz bir çocuk. Bandırma Vapurunun ikinci kaptanı olan Hacı Tevfik kaptanın oğlu. 1927’de Mustafa Kemal İstanbul’a geldikten sonra kütüphanesi olacaktır. Şu vefa duygusuna bakar mısınız? Mustafa Kemal’i özgürlük ve bağımsızlık yolculuğuna bir çocuk uğurluyor. 19 Mayıs 1919’da Samsun’a gittiği zaman ise bir kadın karşılıyor. Sakine Baturay… Gerçekten Mustafa Kemai’in yaptığı devrimin içerisinde çocuklar ve kadınlar çok önemli. Bunun bir kadın devrimi olduğu çok açık. Atatürk feminist midir? Atatürk çok net bir şekilde kadınla erkeğin eşitliğin savunan ve eşitlikte kadının hür ve bağımsız olması gerektiğini söyleyen, aynı zamanda bunun kadınlarla yapılabileceğini ve kadının ön planda olması gerektiğini ifade eden dünyadaki en önemli liderlerden bir tanesidir. Bu bakımdan da çok kıymetlidir, çok değerlidir. Gösterimde de buna ciddi anlamda örnekler veriyorum zaten.
Türk milleti farklı kültürlerden oluşuyormuş gibi gözüküp, aslında çok ortak birleşen dertleri, acıları ve mutlulukları bir olan bir halk. Birbirimizi anlamakta, önyargılarımızı kırmakta biraz zorlanıyoruz. Yukarıdaki konuşmalarımızda sürekli temastan bahsettim. Demek istediğim şuydu; her ilin bir Cumhuriyet hikâyesi var. Hep bir anektod var ve bu anektodların aydınlanmaya ve Türk Rönesansı’na çok büyük bir katkısı var. O yüzden sürekli temas dedim.