[Evrensel Gazetesi’nden Şenay Aydemir’in yazısını okuyucularımızla paylaşıyoruz]Lale devri sona eriyor! Sovyetler Birliği’nin çözülmesinin ardından küreselleşme vaveylaları arasında “barış içinde bir dünya” vaadinin çöktüğü hayli oldu. Şimdi cilasının da dökülmesini izliyoruz İsrail’in Gazze’de giriştiği soykırım ile birlikte. Bu sürecin “Batı demokrasileri”nin ikiyüzlü tutumunu nasıl açığa çıkardığına dair birçok yazı ve haber yer aldı gazetemizde. O konuya girmeyeceğim. Ama İsrail işgalinin başladığı günden itibaren kültür sanat dünyasında yaşanan bazı gelişmelere değinmek istiyorum. Bir kısmı Evrensel’de de haber oldu.
10haber.net sitesinden Ilgaz Gökırmaklı gelişmeleri güzel toparlamıştı. Burada uzun bir tekrar yapmayacağım ama dikkat çekici olan birkaç gelişmeyi aktarmak gerek. Dünyaca ünlü güncel Sanatçı Ai Weiwei’nin Londra Lisson Gallery’de açılması planlanan sergisi “Filistin’e verdiği destek” gerekçesiyle iptal edildi. New York’un meşhur Guggenheim Müzesi sekiz sanatçı ve kültür çalışanının müzede yaptıkları Filistin’e destek eyleminden sonra süresiz kapatıldı.
Anaïs Duplan, Almanya’nın Essen kentindeki Museum Folkwang’ta açılacak ve bir yıldır çalıştığı sergisinin iptal edildiğini bir maille öğrenmiş. Gerekçe sosyal medyadan Filistin’e desteğini ilan etmesi. Dünyanın en önemli belgesel film festivallerinden Amsterdam Uluslararası Belgesel Film Festivali’nin (IDFA) açılışında İsrail’e yönelik protesto festival yönetimini açıklama yapmaya zorladı ve birçok yapımcı filmlerini çekti. Toronto’da hafta başında gerçekleşen Scotiabank Giller Edebiyat Ödül Töreni de süreçten nasibini aldı. Eylemciler Scotiabank’ın bir İsrail silah firmasına yatırım yaptığına dikkat çektiler. Festival yönetimi tarafından susturulmak istendiler.
Benzer bir toparlama da e-skop sanat eleştirisi sitesinde yer alıyordu. Bu haberde ağırlıklı olarak ABD’de sanat galerilerinin ve güncel sanatın patronlarının sanatçılar üzerinde kurdukları baskı ve Filistin’de olmuş/ olacak desteklerin önü kesilmek istendiği çarpıcı bir biçimde aktarılıyordu.
Peki, bütün bu organizatörler, yöneticiler, galeri sahipleri, müze müdürleri vb. her biri kendi alanında yetkin, saygın sanatçıları tehdit etme gücünü nereden alıyorlar? Sanat ile sermaye ilişkisi her zaman netameli olmuştur. Ancak, burjuvazinin ilerici dönemlerinde sanatçıları himayelerine alıp “sponsor” olduğu dönemler de geride kaldı. Özellikle son kırk yılda sermayenin kültür sanat alanını yalnızca ideolojik olarak değil, mekansal olarak da ele geçirdiğine şahitlik ettik. Üstelik bunu yaparken ‘bağımsız’ bütün alanları da tahrip edip zayıflatmayı ihmal etmedi. Bağımsız sinemalar, galeriler, yayınevleri, dergiler, etkinlik mekanları bu büyük saldırı karşısında tutunamadı. Çok büyük bir kısmı faaliyetlerine son vermek ya da bu büyük oluşumların çatısı altına girmek zorunda kaldı. Kültür sanat alanı bir endüstri olarak yeniden yapılandırılırken, sermaye yasaları gereği girerek merkezileşti ve her ülkede 5-10 büyük ‘girişimcinin’ pazarın büyük bir kısmını kontrol ettiği bir yapı ortaya çıktı.
Bütün bunlar olurken bir yandan da “sanatçı” ürününden bağımsızlaştırıldı ve bizzat ürüne dönüştürüldü. Yıldız sanatçının eserinden çok kendisi pazarlandı. Romanın içeriği, serginin yenilikçiliği, müziğin dönüştürücülüğü gibi tartışmalar gereksizleşti bir anda. Kimin eserinin hangi yayınevinden basıldığı, hangi galeride açıldığı önemli hale gelir oldu. Bugün artık bir resme değerini veren şey kimin yaptığı değil hangi koleksiyoner ya da müze tarafından satın alındığı. Önce sanatı metalaştırmak üzere çıkılan yolun sonunda sanatçının da metaya dönüştüğü bir yere gelindi.
İşte yukarıda anılan ‘kültür alanı yöneticileri’nin bu kadar arsızca sanatçılar üzerinde tahakküm kurmak istemelerinin, onları kariyerleriyle tehdit etmelerinin öz güveni bu bağımlılık ilişkisinden geliyor. Birbiriyle dayanışan değil rekabet eden, sanatı ilerletmek için değil piyasanın ihtiyaçlarına göre eser veren, toplumla değil, sanata yatırım yapan burjuvalarla güçlü bağlar kurmaya çalışanlardan mürekkep egemen bir sanat ortamı inşa etmeyi başardı sermaye.
Şimdi Batılı emperyalistlerin bütün desteğini arkasına almış bir saldırganlıkla Filistin halkına saldıran İsrail’e karşı söz söylemek demek, “patronlara” söz söylemek demek büyük oranda sanatçılar için. Ama iyidir böyle. Tıpkı “Batı demokrasisi”nin sınırlarının ne kadar da dar olduğunu gördüğümüz gibi “güncel sanat” dünyasının özgürlüğünün de sermayenin emperyalist çıkarlarına kadar olduğunu görmüş olduk. Bu tür kırılmalar, hem estetik hem de mekansal anlamda yeni arayışların filizlenmesine vesile olabilir.