Pınar Erol
Hatırlayalım mı? “Mavi Sürgün”, Halikarnas Balıkçı’nın gezi ile anıyı, otobiyografi ile romanı harmanladığı, türleri birleştirdiği kült eseridir. Cevat Şakir Kabaağaçlı’yı geçmişte bırakıp sürgün edildiği Halikarnas’ı kendine ad yaptığı kitaptır. İsim babalığı ile de bilinen yazar, kendine en yakışan ismi bu sayede bulur. Bir de ölüme gittiğini düşünürken ikinci yaşamını… Öyleyse o da yeniden doğmuştur ve yeni bir ismi hak etmiştir. Onun için asıl sürgünse cennete çevirdiği Bodrum’dan ayrılınca başlar. “Yokuş başına geldiğinde, Bodrum’u göreceksin. Sanma ki sen geldiğin gibi gideceksin, Senden öncekiler de böyleydiler, Akıllarını hep Bodrum’da bırakıp gittiler” sözü bunu apaçık ortaya koyar. Yazdığı bir yazı yüzünden İstiklal Mahkemeleri’nde yargılanmak üzere İstanbul’dan Ankara’ya götürülürken yolu Bodrum üzeri Afyon, İzmir, Muğla’ya düşen yazarın başından geçenler bugün artık kimseyi şaşırtmıyor. Suçunu öğrenemeden alıkonulan nice Zekeriya Sertel var bu ülkede. Asıl bu meçhullük felaketin kendisi oluyor. Bu Kafkaesk hâl, nice gazeteciyi durduk yere “Dava” insanı yapıyor. Çekilmeyen filmler mi dersiniz, yapılmayan casusluklar mı, ortadan kaldırılmayan hükümetler mi? Artık tüm özneler protagonist konumdadır. Ve onların da omuzlarında ayrı düşünen iki baş peydahlıdır. Biri, yoktan suç türetmeye, türettiği suçu kafasında evirip çevirerek İstiklal Mahkemesi’ne layık hale getirmeye çabalarken; diğeri ne yaparsa yapsın buna ikna olamaz. Kafada bir evet-hayır kavgası başlar. Bir kere gerçeklikten kopmaya gör. Hak ihlalleri bitmez; Yargıtay, anayasanın önüne geçer; mazbatalar hapis yatar. Kâbustan uyanmaksa Brecht’in dediği gibi hiç kolay olmaz. 1925-1947 yılları arasında yaşananların konu edildiği siyasi iklim, yine rüzgârına önce sansürü alır. Anlatılanlar yirmi iki yılı kapsar. Artık hangisi gerçek, hangisi kurgu, hangisi mitoloji, hangisi tekerrür o da omuzlardaki akılların birbirini iknasına bakar.
1.Uluslararası Bodrum Tiyatro Festivali’nin üçüncü gününde, arkamızda Bodrum Kalesi, önümüzde demir almaya can atan STS Bodrum teknesi, karşımızda Mustafa Alabora, limanda bir çay bahçesinde söyleşiyoruz. Birazdan Balıkçı’nın içinden kopan tüm duygular, Mustafa Alabora ve Deniz Çakır’ın bedeninde, sesinde yeniden canlanacak. Duygu dünyasını sözcüklere mahirce yükleyen Balıkçı’yı Mustafa Alabora’nın suretinde işiteceğiz. “İşi gücü yaşamak” olan Alabora ile Balıkçı arasındaki benzerlik bizi iyice kendine çekecek. Festivalin en özel mekânında, motorları maviliklere sürerken bu sefer Jehan Barbur ve Özkan Demir’in ezgileri kalbimizi okşayacak. Adaları beşikleyen sular, tam o anda bizim teknemizi de beşikleyecek. Motor duracak, deniz, o güzelim şarkı sözleri şefkatle kucaklayacak. Onca seyirci-yolcudan çıt çıkmazken; kalbimiz zevkten gümbür gümbür atacak. Batan güneşin kızıllığı, mavinin hepten koyulduğu denize ve göğe sokulgan izler bırakacak. Uzak bir rüyadayken içimizden konuşmak gelmeyecek. Hele tekneden sürgün edilmiş bu kaçak yolcunun sözcükleri hiç yerinden oynamayacak. Yerine binlerce kuş havalanacak. Ve maviye tutkun, sürgüne mahkûm olanların peşi sıra bizim coşkun duygularımız da bir “merhaba”ya sığacak.
“Mavi Sürgün” Cevat Şakir Kabağaçlı’yı Halikarnas Balıkçısı yapan kitap. 1925-1947 yıllarının anlatıldığı kitapta sonradan hepimizin “Balıkçı” diye anacağı mahlası kullanıyor.
Birazdan Deniz Çakır’la beraber okuyacağımız metnin finalinde Halikarnas Balıkçısı yirmi beş kuruşa deniz kenarında bir ev tutuyor. “Ben bir kuru ekmek, bir suyla ömrümü burada geçirmeye razıyım” diyor. Sonra “Birdenbire çocukluğumdan beri ilk defa hıçkıra hıçkıra ağlayıp, diz üstü çöktüm. O dizüstü çöküp ağlayan adamın içinden milyonlarca kuş gökyüzüne doğru havalandı, o balıkçıydı. Orada yatan, o kalıbın içindeki artık Cevat değildi; Halikarnas Balıkçısıydı” diyor.
Aranızdaki çakışma ilgimi çekiyor. Siz de kitaptaki gibi yargılanıyorsunuz (tek fark siz sebebini biliyorsunuz) ve 1972 yılında siyasi tutuklu olarak iki buçuk yıl hapis yatıyorsunuz.
Bahsettiğin olayın üzerinden elli yıl geçmiş. Ben de Konya’ya sürülmüştüm, af çıktı da on sekiz yıl yatmadım. Bu benzerlik yüzünden biraz önce bahsettiğim diz çökme bölümünü okurken ağlayacağım sanırım.
Sizin de aynı Balıkçı gibi hapisten çıkınca işinizi yapamadığınız bir dönem var. Rumeli Hisarı’nda oynarken tanıştığınız balıkçılarla balıkçılık yapıyorsunuz. Tıpkı Halikarnas Balıkçısı gibi.
Evet, benim de hapisten çıktıktan sonra bir buçuk yıl balıkçılık yapmışlığım var. Hiç böyle düşünmemiştim aslında. Öyleyse ben de Rumeli Hisarı Balıkçısı diyeyim kendime.
Yıllar önce Cevat Şakir Kabaağaçlı, yazdığı bir yazıdan dolayı İstiklal Mahkemeleri tarafından yargılanarak sürgün ediliyor. Günümüze geldiğimizde de gazeteciler yazdıkları yüzünden hapisteler.
Evet, üzerinden yüz yıl geçse de değişen bir şey yok maalesef. Bu topraklarda yaşayan insanlar, kendilerinin dışındaki fikirlere tahammül edemiyorlar. Zihinler değişmiyor ama Çetin Altan’ın dediği gibi asla enseyi karartmayacağız. Yani umudumuzu kaybetmeyeceğiz. Ben bu yaşıma kadar bir an olsun umudumu kaybetmedim, kaybetmeyeceğim de. Bu ülkeye demokrasi mutlaka gelecek. Başka çaresi yok.
Halikarnas Balıkçısı ölürken “merhaba çocuklar, merhaba dünya, merhabaaa” demiş birisi. Böyle umutlu bir vedası var. İdama mahkûm edileceğini sanırken cezası kalebentliğe çevriliyor. Şimdi önünde röportaj yaptığımız bu kale ona zindan oluyor. Tuhaftır ki Halikarnas Balıkçısı zindan ve hapisten çok korkuyor. Korktuğu da başına geliyor.
Yazdığı hikâyenin bugünden hiçbir farkı yok. O hikâye için adamı üç sene sürgün ediyorlar.
Balıkçı, sürgünü iki kez yaşıyor hayatında. İlki Bodrum’a sürüldüğünde, diğeri de aşık olduğu ve yaşamının tamamını geçirmek istediği Bodrum’dan kalan cezasını çekmek için İstanbul’a gönderildiğinde oluyor. Bu açıdan baktığımızda oğlunuz Memet Ali’nin yaşadığı da sürgün oluyor.
E tabii sürgün yaşıyor Memet Ali de. Tabii çok üzülüyorum. Keşke böyle olmasaydı diyeceğim ama böyle olması hoşuma da gidiyor. Çünkü benim oğlum Memet Ali.
Kitabın izini yıllar sonra yine burada sürmek çok enteresan. Onun rotasına giriyoruz. Ruhunu, dokusunu ona ilham olmuş yerlerde kovalıyoruz. Tezhiple, minyatürle uğraşan bir öykücü, şair, denemeci, arkeolog, turist rehberi, öğretmen, karikatürist, çevirmen, botanikçi ve daha pek çok şey olan Balıkçı, Bodrum Belediyesi’nin resmi bahçıvanı mesela. Buraya çok özel tohumlar, fidanlar, türler getiren birisi. Bodrum’u güzelleştiren, güzelliğini de gösteren biri. Şimdi onun güzel Bodrum’unu başka bir güzellikten dinleyeceğiz.
Buraya narenciyeyi de o getiriyor. Ben bunları hiç düşünmemiştim, çok hoşuma gitti bu söylediklerin. Demek ki Mustafa ve Övül (Avkıran) bunu düşünmüşler, aferin onlara. Bu okuma tiyatrosuna özellikle beni koyduklarına göre söyledikleriniz onların da aklından geçmiştir.
Ege’den denize bırakılmış bir çiçek o.
Bu süreçte benim tek düşündüğüm, gelenlerin mutlu ayrılması oldu. Üç gündür güzel olsun, gelenler mutlu olsun, güzel okuyayım diye uğraşıyorum. Buna yoğunlaştığım için de diğer rastlantıları düşünmedim açıkçası.
“Ben öyle arkadaşlar edindim ki, onların birisi yanıma gelince, yanıma birisi gelmiş gibi değil, yanımdan yabancılar ayrılmış da kendimle baş başa kalmışım gibi oluyordum.” diyen birine ses olacaksınız birazdan.
İnşallah bütün duyguları aktarabilirim, çok heyecanlandım. Çünkü uzun zamandır, dile kolay yirmi senedir seyirci karşısına çıkmıyorum.
Cüce Simon’ lakabıyla seyircilikle başlayan tiyatro hayatınızın şimdilik son durağı “Aslolan Hayattır” mı?
Bunu nereden hatırladın? Doğru, bana öyle isim takmışlardı. Böyle papyon takarlardı. Tepebaşı’ndaki Dram Tiyatrosu’na götürürlerdi. Teyzem Melahat İçli oradaydı. Tiyatroya gelince, en son 1998’de Nazım’ın oyunuyla sahnedeymişim. Ben bütün gençliğim boyunca hem tiyatro kurmuş hem de oynamış biriyim. Ben bir devrimciyim ve daima devrimci oyunlar oynamak istedim. Ama şimdiki çocukların çoğu öyle bir yolda değiller. Sakın yanlış anlaşılmasın, kınamak anlamında söylemiyorum. Onlar başka tiyatro yapıyorlar. Ben Brecht’yen bir oyuncuyum.
1963’te ilk Brecht oynayanlardansınız.
Evet, Celile Toyon ile beraber ilk Brecht oynayan kişiyim. Şimdi benim kafamdaki tiyatro yapılmıyor. Çünkü tiyatronun iki tarifi var: “İnsanı insana insanla anlatan sanat”. Ben böyle düşünmüyorum. Tiyatro insan ilişkilerini anlatan bir sanattır. Bu daha doğru, daha devrimci bir tanımdır bana göre. İnsan çok genel bir kavram ama insanın ilişkilerini anlattığı zaman, benim inandığım tiyatro oluyor. Böyle bir şey yapılmadığı için de ben bol bol kitap okuyup resim yapıyorum.
Doğru, Yaman Tüzcet, Savaş Dinçel, Müjdat Gezen’le birlikte yaptığınız resimlerden oluşan bir serginiz olmuştu, adı neydi?
“Dört Ressam Aktör Rolünde”.
Yirmi sene önce Memet Ali ile röportaj için Alabora Apartmanı’na gelmiştim. Sanki bir sanat galerisinin katlara ayrılmış hali gibiydi. Astığınız afişler ve fotoğraflarla hikâyenizin bir kısmına tanıklık ediyorduk. Ziyaretçileri adım adım bilgilendiriyordunuz. Basamakları çıktıkça, hakkınızdaki bilgimiz de artıyordu. Oradan öğrendiğime göre sahneye maaile “Islıkçı” ile çıkıyorsunuz.
Memet Ali de annesinin karnında çıkıyor, evet. Zaten sonlara doğru Betül (Arım) oynayamaz oldu. Role Oya Küçümen devam etti. O da Çetin Altan’ın oyunudur.
Balıkçıya deniz şairi deniyor. Nazım Hikmet, “Cevat Şakir hepimizden büyük şair” diyor. Hasan Hüseyin Korkmazgil, on yılda yazdığı nehir şiiri için, “Usta, Ağlasun Ayşafağı’nı yazmadan; seni baştan sona okumuş olsaydım, o şiir daha başka olurdu” diyor.
Bir de ikisi de kavgacı, Marksist şairler. Hayat görüşleri bir felsefeye dayanıyor. Eğer Halikarnas Balıkçısı için öyle dedilerse şiirlerini tekrar alıp okuyacağım.
Biz o tekneden çok mutlu ayrıldık Mustafa Bey, bilin istedim. Bir de nasıl ki 19 sene önce nefis bir deniz manzarası olan o çatı katında, ne istediğini bilen, tarihin neresinde durursa dursun, bilincin aydınlanmaya eşlik ettiği, istediği işlerle uğraşan, istediği dünya için savaşan bu genç adamla birlikte göründüğüm resmi ve ona geçen gemilerin eşlik etmesini sevdiysem, bugün de başka bir Alabora ile yine bir teknenin yamacında tiyatro konuşmayı çok sevdim.